Yoksunluk İçimizde


Engin Firol'e

İçimdeki boşluğa düşmüş olmalıyım. Böyle büyük bir boşluk başka nerede olabilir? Ayaklarım beni boşluğun içinde boş boş dolaştırıyor sanki. Ne kadar dolaştım, ne kadar zamandır dolaşıyorum, bilmiyorum. Her yer bomboş, ama bu boşluğu var eden bir var, var olmalı ki boşluk da olabilsin, değil mi?

Bir çınlama sesi geliyor. Ses ritmik şekilde kulağımın dibinde çınlıyor. Boşluk, bir sesle dolup taşıyor. Birden irkiliyorum. Gözlerim kendiliğinden açılıyor. Masadan doğruluyorum. Ağzımın kenarından sızan salyam koluma akmış. Utançla etrafıma bakıyorum. Uyandığımı gören garson kaşığı bardağa vurmayı kesiyor. Çayı bırakıp yandaki masaya geçiyor. Aynı ritüel orada başlıyor. Masada uyuyan adamı uyandırana kadar çay kaşığını bardağa vuruyor. Adam doğrulunca bardağı bırakıp bir başka masaya geçiyor. Garson gözümde bir anda uhrevi bir kimliğe bürünüyor. Çay mistik bir içeceğe. Ama bu kadar!

Bir sabahçı kahvesinde uyanmışım. Önümde yedi bardak var. Biri içilmiş, biri yarısına kadar içilmiş. Diğerleri dolu, şekerleri yanlarında duruyor. Son bırakılan çay sıcak, kokusu taze. Üç şeker atıp karıştırıyorum. Çayı içiyorum yavaşça, zihnim açılırken gönlüme bir şey düşüyor, bir duygu: tedirgin oluyorum içinde bulunduğum durumdan. Kim olduğumu biliyorum ama kendime açıklayamıyorum. Burada ne yapıyorum, nasıl ve ne zaman geldim buraya. Şüpheli halim, yan masada oturan adamın dikkatini çekiyor, gazeteyi okur gibi beni takip ediyor. Tedirginlikle masadan kalkıyorum. Kapıya yöneliyorum. Garson, yanımda bitiyor; masayı gösteriyor. Ceplerimi yokluyorum. Hiç param yok. Ben arandıkça garsonun yüzü asılıyor. Yan masadaki adam garsona sesleniyor. Çaylar benden diyor galiba, garson önümden çekiliyor. Yan masadaki adama teşekkür etmeden kaçar gibi çıkıyorum kahvehaneden.

Kapıdan çıkınca bir duvara tosluyorum. Kahvehane bodrum kattaymış. Yan taraftaki merdivenden caddeye çıkıyorum. Okuma yazma biliyormuşum. Caddenin adı: İstasyon Caddesi, demek ki buraya trenle gelmiş olmalıyım. Gece. Kalacak yer ararken bu kahvehaneye sığınmış olabilirim ama yine de çok emin değilim. Üzerimdeki kirli kıyafetler düşüncelerimi yalanlıyor. Her şeyi şüpheli hale getiriyor varlığım. Delirdiğimi düşünüyorum. Cinnet.

Yok, cinnet falan getirmiyorum. Cinnet, caddenin karşısındaki internet kafenin adı. İnternetin ne olduğunu biliyorum. Demek ki cahil bir adam değilim. İnternetin ne olduğunu bilmek neden bu kadar önemli, anlamıyorum. Nereye gideceğimi düşünüyorum. Buraya bir yerden mi geldim? Hep burada mı yaşıyordum? Kafamın içindeki koyu sisten fırlayıp gelen soru işaretleriyle boğuşuyorum bir süre.

Eğilip ayaklarıma baktım. Sanki o beni götüreceği yeri biliyor gibi geldi. Ona güvenmekten başka bir çarem yoktu. Yürümeye başladım. Acı bir fren sesiyle irkildim. Ayaklarım beni yola çıkarmıştı. Hızla gelen arabayı fark etmemiştim ama kadın şoför beni fark edip frene sonuna kadar basmıştı. Lastiklerin asfalta sürtünürken çıkardığı koku geliyordu burnuma. Yüzüm asfalta yapışık vaziyetteydi. Araba bana çarpmadan duramamıştı.

Ne kadar şiddetle çarptığını anlamak için kalkmaya çalıştım. Kalkabiliyordum. Ciddi bir şeyim yoktu. İç kanama falan geçiriyorsam, bu ciddi bir şey olamazdı, yıllardır içim kanıyordu sanki! Araba son modeldi. İçerisinde ilk görüşte âşık olunabilecek bir kadın oturuyordu. Şok geçirmiş olmalıydı. Kaza yerindeki herkes onunla ilgileniyordu. Benim kalktığımı fark eden olmadı. Kadına ikinci kez baktığımda âşık olmaktan vazgeçtim.

Ayaklarım, daha dikkatli olacağını söyleyerek beni götürmeye başladı. Kaza yerinden epeyce uzaklaştım. İki kişi koşarak bana doğru geliyorlardı. Biri telefondaki konuştuğu kişiye bağırarak, Arzu Hanım kaza yapmış, onun yanına gidiyoruz şimdi, diye anlatıyordu. Arzu, ismi de güzelmiş dedim. Sanki kaybettiğim, bu şehre bulmaya geldiğim şeyin kendi arzum olduğunu hissettim. Herhangi bir şeye duyulan, herhangi bir arzu! Ayaklarım beni sürükleyerek götürmeye devam etti. Ne kadar yürüdü ayaklarım bilmiyorum. Ya şehir çok büyüktü ya da ayaklarım beni dolandırıp duruyordu. Kendimi ayaklarıma iyice bıraktım.

Mezarlığın kapısından girerken görevliyle göz göze geldim. Şüpheli gözlerle beni inceledikten sonra zihninde şimşekler çakmış gibi telefona uzandı. Numaraları tuşladığı sırada ben çoktan mezarların arasında ilerlemeye başlamıştım. Bakımsız bir mezarlıktı. Bakımlıymış süsü verilmişti ama.

Bir mezarın başında buldum kendimi. Etraftaki bakımsız mezarların arasında oldukça göz alıcı duruyordu. Mezar taşının üzerinde sadece isim vardı. Ne doğum tarihi, ne ölüm tarihi, ne soyadı, ne de bir Fatiha isteği vardı.

Taşın üzerinde Arzu yazıyordu. Ben hiç arzu taşımıyordum içimde. Bağdaş kurup oturdum mezarın karşısına. Burada olmamın bir sebebi olduğunu duyumsuyor gibiydim. Arzu’nun mezarının başındaydım. Arzu’mu öldürmüş olabileceğimi, içimdeki boşluğun tamamen onun yokluğundan var olduğunu düşünmeyi denedim. Düşündüm de biraz. Bu hoşuma giden bir şey olmadı.

İki kişinin yanıma yaklaştığını fark ettim. Benim onları fark ettiğimi anlayınca koşarak üzerime atladılar. Kaçmak gibi bir niyetim yoktu. Olmalı mıydı, bunu da bilmiyorum! Beni deli gömleği denen şeyle sıkıca bağladılar. Ne yapmaya çalıştıklarını sormak istedim ama kelimeler ağzımdan çıkmaya hiç hevesli değillerdi. İzbandut gibi iki hasta bakıcı beni kollarımdan tutup çıkışa götürdüler. Orada bir araba beni bekliyordu. Arabanın üzerinde ruh sağlığı merkezi yazıyordu ama oraya cesedimi götürüyorlardı. Ruhumdan ben de uzun süredir haber alamıyordum. Belki oradaydı ruhum, iyileşmiş ve beni bekliyor alabilirdi. Kapıdaki güvenlik görevlisi bir sirk palyaçosu gibi sırıtıyordu. Beni içeri tıkıp kapıyı örttüler.

Yolda, hasta bakıcı telefonda konuştuğu kişiye hastayı bulduklarından bahsediyordu. Evet, diyordu hasta bakıcı, yine eşinin mezarının başına gitmiş!




iz/Öykü Atölyesi

Engin Firol’ün Anahtar Kelimeleri: Kaşık, Arzu, İnternet, Şüphe, Araba

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder