Kuyu


Divitdâr'a

Bir sürgünün her günkü süreği olarak kaleye gidiyorum. Çavuşun beni çağırmasını odasının önünde bekliyorum. Yapacak çok fazla işim olmadığı için çavuş beni görene dek kapısının önündeki taburede oturuyorum.

Çavuş beni odasına çağırdığında selam verip yanına giriyorum. Defteri açıp, adımı buluyor. İmza atacağım yeri işaret ediyor. Diviti mürekkebe daldırıp imzamı atıyorum. Çavuş imzama hayranlıkla bakıyor her seferinde. Bu kadar güzel bir imza atan başka bir sürgünüm hiç olmadı, diyerek iltifatta bulunuyor.

Hiç kelimesi içimi dağlıyor. Çünkü bu sivrisinek yatağına sürgün olmamın sebebi, koca bir hiç!

Hattatım ben!

Hattattım, daha doğrusu! Az daha kelleyi cellâda temsil edecektim bu yüzden. Artık yazmaya hevesim yok ama olsa ne olacak, padişah fermanı ortadayken insanda heves falan kalmıyor.

Padişah efendimizin emriyle bir levha yazmam istendi. Yüklüce de bir ücret aldım. Levhayı tamamlayıp teslim ettikten birkaç gün sonra evime askerler gelip beni kadı’nın önüne çıkardılar. Yazdığım levhadaki “hiç” padişah efendimizi derin bir kedere sürüklemiş. Hattı çok girift bulmuş, oysa zaten tarzı buydu! Padişahımızın duru gönlü bulanmış, bulandıkça inkisara düşmüş, gücenmiş bana, sanırım. Gönlü huzur bulunca yüce padişahımız, ilk işi idam fermanımı çıkarmak olmuş.

Niye gücendiğini hiç anlamadım padişah efendimizin ama kadı efendi anlamış olmalıydı! Bana acıdı mı bilmem, üç gün hücrede kaldıktan sonra kadı efendi fermana şerh düşüp kendi ikbalini de tehlikeye atarak idamıma onay vermedi! On beş yıl sürgünlük ile ömür boyu yazı yazmamı yasaklayıp beni tez elden şehirden çıkarmaları için askerlere teslim etti.

Düzen böyle bir şeydi sanırım ve benim aklıma da bir düzenbazlık gelmiyordu. Zaten öyle bir adam da değildim. Ne söyleniyorsa yaptım. Kellemi vuracak olsalardı ona da razı olurdum.

Evime gidip eşyalarımı topladım. Hanımım yanı başımda gözyaşları döküyordu. Padişahın son iş için verdiği akçeler bizi uzunca bir süre idare ederdi. Karım sürgün edilenin ben olduğumu, kendisinin payitahttan ayrılmayacağını söyledi. Bu kellemin vurulmasından daha ağır geldi, yalan yok! Boşandık böylece.

Askerler beni cellâttan kurtarmak için acele ediyor gibiydiler. Altı at, üçü yedek, sabaha doğru şehri terk ettik. Sekizinci gün, öğle vakti sivrisinek cennetindeydik. Doğruca kaleye çıktık. Askerler kale kumandanına beni teslim edip tekrar yola koyuldular, yoldaşlığımdan pek memnun olmamışlardı.

Kalenin ortasında öylece kalakaldım bir başıma. Halime acıyan bir asker, kalenin ortasındaki kuyudan su çekip verdi. Bu o kuyudan içtiğim ilk suydu ama son olamayacaktı. Asker bu kuyu Yusuf’un kardeşleri tarafından atıldığı kuyudur, dedi. Askerin de aklını sivrisinekler yemiş olmalıydı. Gülümsedim, benim adım da Yusuf, dedim.


O günden beri imzamı atmak için kaleye her çıktığımda kuyuya gidip su çekiyorum. Duru, içimi yumuşak bir suyu var kuyunun. İçtikçe içime huzur doluyor. Eşime duyduğum kırgınlık, bu suyun sayesinde geçiyor, ona beddua yerine hayır dua ediyorum. Suyun etkisi birkaç gün sürüyor.

Kasabaya döndüğümde alacak bir şey varsa alıp eve çekiliyorum. Her günüm bir önceki günümün tekrarından ibaret. Pek öyle ortalıklarda görünmüyorum. Çavuş’un talimatı var.


Bir sabah kervanın geldiği haberi tüm kasabayı hareketlendirdi. Çok sık uğramazdı bu taraflara, eşkıya korkusundan sanırım. Evden çıkıp ben de kervanın konakladığı hana vardım. Tanıdık bir yüz görür müyüm diye bakınıyordum etrafa. Tanıdık kimseyle karşılaşmadım. Bir köşeye oturdum. Kervanla gelen bir grup, hancıyla muhabbet ediyordu. Ben de tecessüs ile onları dinliyordum.

Beni affedip buraya gönderen kadı efendinin, şeyhülislamlık makamına çıktığını böylece öğrendim. Kadı efendinin demek ki padişah hazretleri üzerindeki etkisi büyüktü. Payitahttan gelen havadislerin çoğu bildik şeylerden öteye gitmiyordu. İki vezir idam edilmiş, bir şehzade boğdurulmuştu. Padişah sürgün bir hattatın dul eşini şeyhülislam hazretlerine eş olarak seçmişti. Yakında yine bir sefer vardı ama nereye olduğu belli değildi.

Kervan pazarı kurulunca satıcılar arasında dolaşıp ihtiyacım olan birkaç şey aldım. Kâğıt, kalem ve mürekkep satanlardan uzak durmaya çalışıyordum. Gönül çekiyor işte, dayanamayıp o tarafa da şöyle bir dolandım. Üç dört tezgâh açılmıştı. Satıcılardan birini tanıyordum. Payitahtta kendisinden alışveriş ettiğim bir tüccarın yanında çalışırdı evvelce.

Beni görünce hemen tanıdı. Sarıldık birbirimize, payitahtın içini bulandırdığını, kervana katılıp bir süre oradan uzak kalmak istediğini söyledi. Benim başıma gelenlerin de bunda çok etkisi olduğunu özellikle belirtti. Belirttiğine pişman olduğu yüzünden belliydi ama boş bulunmuştu işte, hemen her şey yolunda maskesini taktı yüzüne, esnaf adam ne de olsa!

Çokça şey anlattı. Bu kadar çok şey anlatınca, anlatmak isteyip de anlatamadığı, bir şeyleri sakladığı hissi bende daha da bir arttı.

O anlatmaktan korkuyordu, ben de onun anlatmaktan korktuğu şeyi duymaktan. Kaç zamandır duru bir su gibiydim, bulanmaktan korktum. Daha fazla pazarda durmanın bir anlamı yoktu. Vedalaşıp yanından ayrıldım. Bir daha hiçbir kervanın yanına uğramadım.

Sürgünlüğümde kendime, kendi halimde bir düzen kurdum. Kendi halimden pek memnun olmasam da kurmuş olduğum düzenden memnundum. Bir şeylerin bu düzeni bozmasını da istemiyordum.

İstemediğim şey ertesi gün kaleye çıkarken başıma geldi. Birkaç korsan gemisi kasabaya saldırdı. Benim de içinde bulunduğum esirleri gemilerine götürüp küreklere zincirlediler. Yolumuz uzun asılın küreklere, diye bağırıyor, davullar vuruyordu durmadan.

Gemiler nereye mi gidiyordu? Bana ehramları göstermeye!




İz/Öykü Atölyesi

Divitdâr’ın Anahtar Kelimeleri: Girift, İnkisar, Duru, Etki, Düzen.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder