Limonlu Meczup



Fatîma Betül Hoş'a

Biraz yağmurun kimseye zararı olmaz ama bu yağmurun adı ahmakıslatan! Sabahtan beri üzerimizde toplanan bulutlardan bardaktan boşalırcasına bir yağmur beklerken incecik, çisil çisil bir yağmur yağmaya başlaması Mikail’in alın yazımıza yaptığı göndermeden başka ne olabilirdi ki!

Bardaktan boşanırcasına yağmış olsaydı, bahçedeki kulübeye girer, yağmurun dinmesini beklerdik. Bu sırada iki dal sigara içer, fantastik edebiyatın ülkemizdeki yansıması olarak evliya menkıbeleri üzerine yapacağım yüksel lisans tezinden bahsederdim Ahmet’e. Ama şimdi yapılacak tek şey limonları toplamaya devam etmek. Bir limon, bir limon daha sepete…

Limon kelimesini duymak, benim gibi sizin de tükürük bezlerinizi çalıştırmaya yetti mi? Yetmediyse, bakın şimdi elimdeki bu sapsarı limonu ortadan ikiye kesiyorum. Bıçaktan sızan ekşi suya bir bakın, enfes değil mi? Kestiğim limonun yarısını güzelce sıkıyorum ağzıma, akan suyu görmelisiniz bir şelale gibi dökülüyor, maşallah!

 “İyice kafayı yedin sen, ne diye kendi kendine konuşuyorsun. Adın okulda meczuba çıktı zaten. Yakında belgeli bir deli olacaksın!” diye sesleniyor Ahmet aşağıdan, omzundaki boş sandıkları indiriyor. O matematik bölümünde okuyor, ben Türkçe. Ev arkadaşım olur kendileri. Arada birlikte ameleliğe gelip üç beş kuruş kazanıyoruz.

“Bizim ailenin meczupları muteberdir.” diyorum gülerek, memlekette bizden hep saygıyla bahsederler, ailemizden birçok büyük meczup çıkmıştır, ama hiç akıllı adam çıkmamıştır.” diye zırvalamaya devam ediyorum.

“Ben senin yanında aklıma nasıl mukayyet olacağım, diyor Ahmet dolu sandıklardan birisini omzuna alırken.

“İyi ya olma işte, milletin övgüyle bahsettiği delilik mertebesini çıkmış olacaksın sen de böylece, bana ne kadar teşekkür etsen azdır!” diyorum. Ahmet oralı bile olmuyor sandıkları kamyonete kolayca yükleyebileceğimiz yere taşıyor.


İşimiz akşama kadar sürdü, ahmakıslatan da akşama kadar aralıksız yağdığı için donumuza kadar ıslandık. Tarla sahibi sağ olsun siz öğrenci adamlarsınız, diye bize yirmişer lira diğer işçilerden daha fazla günlük verdi. Üç beş kilo kadar da limon aldık.

Limonata yapar içeriz, dedim Ahmet’e. Sen limonata yapmasını biliyor musun? diye sordu. “Bilmiyorum, ama youtuba bakarız,” dedim, “orada her şeyin videosu var.”

Kamyonetle hale kadar geldik, oradan eve yürüyerek geçecektik. Komisyonculardan birine acil iki adam lazımmış. Kamyondan mal indirilecekmiş, yükleme işi olsa kabul etmezdim ama indirme işi bir nebze daha kolay oluyor. Dört kişi bir kamyon sebzeyi indirdik. Komisyoncu gün boyu kazandığımız kadar para verdi Ahmet’le ikimize.

Bu para birden ikimizin de nefsine hoş gelmişti. Tamahkâr değildik ama çoğu günümüzü makarnayla geçiriyorduk. Ayrıca ben salçasız yiyemiyordum makarnayı, o da ayrı bir masraf kalemi oluyordu.

Paranın yüzü sıcak işte, “Arada gelsek bize de iş çıkar mı?” diye sordum bizimle birlikte mal indiren ağabeylere. “Buranın kendi düzeni var çocuklar,” dediler, “böyle iş nadiren düşer. Bugün kavga çıktı, polis, hamal arkadaşların yarısını nezarete attı. Anlayacağınız size buradan ekmek çıkmaz!”

Hayırlısı olsun, deyip ayrıldık halden. Şaka maka da iyi yorulmuştuk. Yürürken hafiften sendeledim. Ahmet’e, “köprü altından geçelim, dolaşmayalım.” dedim. Ahmet köprü altı lafından hiç hoşlanmadı. “Başımızı akşam vakti belaya sokmayalım,” dedi. Köprü altı pek tekin olmayan kişilerin yatıp kalktığı bir yer ne de olsa, evsizi, hapçısı, tinercisi, berduşu… Ahmet, sevmez böyle tipleri, kim sever ki, uzak durur her zaman. Karşısından gelse böyle biri yolunu değiştir. Ben kendimi böyle adamlara içten bir yakınlık duyarım, umursamam yani!

Yığılıp kalacağım şuraya sırtında taşıyacaksın eve kadar beni, dedim. Köprü altından geçmeye zar zor ikna ettim.

Köprü altı dediğimiz yer, şehrin ortasında ama şehre yabancı bir yer. Köprü falan da yok bu arada. Oradan geçince bizim öğrenci evine on dakikada çıkılıyor, diğer taraftan yarım saat daha yürümek gerekiyor. Ahmet’te yorulduğundan, beni de sırtında taşımak zorunda kalmak istemediğinden olsa gerek oradan geçmeyi kabul etti. Yoksa hayatta geçmezdi!

Ölümün nerede geleceği belli olmaz, prensibine bağlı olarak Ahmet yolunu uzatır ama nahoş sokaklara asla bulaşmazdı. Sonra insanlar, derdi, hakkımızda ne düşünür. Haksız sayılmazdı ama haklı olmak için bu kadar yürümeye benim gönlüm razı gelmiyordu.

Öyle korkutucu bir durum yoktu ama sokağın ortasında birkaç tinerci önümüzü kesti. Ahmet, bana dönüp öyle bir baktı ki dayak yemekten beterdi bu bakış. Kafası güzel gençlerden biri kelebeği çıkarıp karşımızda çevirmeye başladı. Kafası güzelken böyle çeviriyor, bir de ayık olsa neler yapardı diye düşünüyordum. Ahmet, bela istemiyoruz falan dese de değişen bir şey yoktu. Belanın ortasına düşmüştük.

Ahmet cüzdanından limoncunun fazladan verdiği yirmi lirayı çıkarıp uzattı. Yandaki parayı kaptığı gibi elindeki sopayla Ahmet’e vurdu. Yirmiliği çıkartırken Ahmet tüm parasını bu serserilere göstermişti. Hepsini istiyorlardı artık. O kadar sene aksiyon filmi seyretmiş olmanın verdiği cesaretle heriflere daldım. Birine iyi bir yumruk vurdum. Olduğu yere yıkıldı. Diğerine dönmeye fırsatı bulamadan sopayı kafama yedim. Artık her şey dönüyordu. Mevlevihane ön kayıtlarını bu dönüşle kesin geçerdi kafam ama olduğum yere düştüm. Üstüme sopalar inmeye başladı. Başımı kollarımın arasına aldım ve elemanların yorulup gitmesini bekledim. Ahmet’in bir ah çekip yanıma yıkıldığını duydum. Elimizdeki limonlar da etrafa saçılmıştı. Birini elime aldım. Sonrasını hatırlamıyorum, bayılmışım.

Gözümü hastanede açtım ama görüntü pek net değildi. İyi bir dayak yemiştim. Başımda bir polis vardı. Amerika'ya mı geldim diye düşünmeden edemedim. Okuldan bir hoca da kapının orada duruyordu. Polis hocayla bir şeyler fısıldaşıp odadan çıktı. Koridorda sınıf arkadaşlarımın bazılarını da gördüm. Bir dayak yemiştik önünde sonunda, afiyet olsun demeye bu kadar kalabalıkla gelmeye ne gerek vardı.

Yanımdaki yatak boştu. “Ahmet!” dedim, ama kötü bir şeylerin olduğunu hissetmenin verdiği acıyla. Halim Hoca, yanıma geldi. “Başın sağ olsun,” dedi damdan düşer gibi, “Ahmet çok kan kaybetmiş, bıçak kalbine denk gelmiş, doktorlar çok uğraştı ama takdiri ilahi!”

Nasıl bir çığlık atmışsam artık, akli melekelerinim tamamını yerinden oynatmışım. Uzun süre bir akıl hastanesinde tedavi gördüm. Benim farkında olduğum süre iki yıldı, fazlasını bilmiyorum. Olabileceğimin en iyisinin bu olduğuna karar veren doktorlar beni taburcu edip aileme teslim ettiler. Ahmet’in mezarını ancak ondan sonra ziyaret edebildim.

Evde yapamazdım artık. Annemin gözlerindeki ifadeye dayanamıyordum. Evden kaçtım. İzimi kaybettirmem hiç kolay olmadı. Birkaç şehir dolaştım. Şimdi köprü altında yatıp kalkıyorum. Ahmet’in intikamını alacağım günü bekliyorum burada. Elimde hep bir limon var, neden bilmiyorum.



Kelimeler ve İzler

Fotoğraf: Samuel

2 yorum:

  1. Hocam çok güzeldi okurken uçtum gittim, hele sonu... Teşekkürler hikaye için

    YanıtlaSil
  2. Rica ederim, beğendiğine çok sevindim :))

    YanıtlaSil