Dönüşüm


Rukiye Canbolat'a

Bir sabah uyandığımda kendimi bir kaplumbağaya dönüşmüş olarak buldum.

Hikâyemi böyle anlatmaya başlamak isterdim ama böyle olmadı ne yazık ki. Kendime geldiğimde bir kaplumbağaya dönüşmüştüm. Gökdelenin dibinde sırt üstü yatıyordum. Ve hayattaydım.

Küçük bir geri dönüş yapayım. Saati tam olarak bilmiyorum. Kaplumbağa içgüdülerim üç saattir burada yattığımı söylüyor. Üç saat önce salcano siyah şehir bisikletime binmiş Kazım Karabekir Caddesinde ilerliyordum. Caddenin sonundaki kavşağın köşesinde, sekiz on yıl önce inşa edildiğinde şehrin en yüksek katlı binası olacağı iddiasıyla yapılan, böylece daha inşaatı sırasında tüm dairelerini satıp müteahhidini zengin eden binanın önüne geldim: Gökdelen Apartmanı.

Bisikletimi çalınma tehlikesine karşı her zaman kilitlerdim. Bundan sonra bir daha bisiklete binmeyeceğim için çalınması bir sorun olmazdı. Bisikleti öylece yolun kenarına bırakıp kapının açılması için zillerden bazılarına gelişigüzel bastım. Kapı otomatiğinin açılmasını beklerken bahçenin içerisinde usul usul giden kaplumbağayı gördüm. Yanına varıp sert kabuğunu okşadım. O an, kaplumbağa olmak nasıl bir şey olurdu acaba, diye aklımdan geçirdim.

Aklıma tüküreyim!

Tükürme işi tabii ki sonraya kaldı. Diyafondan gelen cızırtılı sese koştum. “Kim o?” Sorusuna verebileceğim en doğru cevabı verdim. “Ben!”

Bu cevabım yeterince tatmin edici bulunmuş olmalı ki kapı “tak” diye açıldı. İçeri girdim. İlk defa kendimden bu kadar emin hareket ediyordum. Asansöre vardım. Çağırma düğmesine bastım. Asansör zemin kata geldiğinde içerisinden çıkan kişilere selam verdim. Asansöre girip en yüksek katın numarasına bastım. Asansör hızla beni yukarı çıkarıyor, bunun için yer çekimine karşı geliyordu. Asansörün bu direnişini takdir etmekle birlikte birazdan yer çekimi ile yapacağım işbirliğinden haberi yoktu.

Son kata çıktığımda, sanki, her gün o kata çıkıyormuşum gibi rahat bir şekilde hareket ettim. Çatıya çıkacak olan kapağın altında durdum. Merdivene ihtiyacım vardı. Ve merdiven de diğer köşede beni bekliyordu. Çatıya çıktım. İçerisi berbat bir haldeydi. Birkaç ton güvercin gübresi çıkardı buradan. Sıcaktan boğulmak üzere olduğum sırada gökyüzüne açılan kapağı bulup dışarı çıktım. Gökyüzü hala göklerdeydi ve gökdelen hiçbir şeyi delememişti.

Rüzgârda dengemi kaybeder gibi oldum. Ama niyetimi hatırlayınca bunun bir sorun olması beklenemezdi. Ayağa kalktım, çatının üzerinde dolaşmaya başladım. Güzel ilçemi bu yükseklikten temaşa etmekte hoştu. Bu kadar hoşluk yeterdi.

Çatının köşesinden ayaklarımı sarkıtıp kendime karşı işleyeceğim cinayeti bir şova dönüştürmek istedim ama sonra eylemi gerçekleştirdiğimde kameraların bunu kayıt altına alıp acılı aileme durmadan göstereceklerini düşünerek vazgeçtim.

Kendimi köşeden aşağıya bıraktım.

Kendime geldiğimde bir kaplumbağaya dönüşmüştüm. Gökdelenin dibinde sırt üstü yatıyordum. Binaya girmeye çalıştığım sırada ettiğim dua kabul olmuştu ya da benim söylediklerimi işiten kaplumbağanın bedduası tutmuştu. Artık hangisi oldu bilmiyorum ama gökdelenin dibinde sırt üstü yatan bir kaplumbağaydım. Kaplumbağa olmanın ilk zorlu sınavıyla karşı karşıya idim ayrıca. Dönemiyordum.

Ninja kaplumbağaya falan dönüşsem iyiydi. Bildiğiniz altı yedi kiloluk bir kara kaplumbağasına dönüşmüştüm. Tüm çabama rağmen dönmeyi bir türlü beceremiyordum. Bir saat kadar o halde debelenmeye devam ettim. Ta ki bahçeye giren çocuklar beni fark edene kadar. Büyük birileri olsa bu kadar tedirgin olmazdım. İnsan evlatları, çok acımasız olabiliyorlar. Bir kaplumbağaya yapmayacakları iğrençlik yok. Bu yüzden kaplumbağa yerine kirpiye dönüşseydim şu an daha mutlu olurdum. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Çocuklar kaplumbağadan korkuyorlardı ve ellerine geçirdikleri bir sopayla beni çevirdiler. Artık kaplumbağa ayaklarımın üzerindeydim. Kabuğumun içine çekilip lüks karavanımda biraz dinlenmeyi umut ettim ama ne mümkün. Kafamla ayaklarımı sığıştıracak kadar daracık bir yer. Hiç böyle beklemiyordum.

Bütün umudum ölümümdeydi onu da becerememiştim. Bir kaplumbağa olarak hayatımı da sürdürmeye hiç niyetim yoktu. Süper bir güce de sahip olamamıştım. Her şeyi yavaşlatmak gibi bir gücüm olmasını isterdim insan olduğum zamanlarda. Oysa şimdi dünyanın en yavaş mahlûklarından birine dönüşmüştüm.

Kafamı usulca dışarı çıkardım. Çınar ağacının dalları arasından vuran güneş tam yüzüme geliyordu. Birkaç adım attım. Kafam gölgeye gelince durdum. Etrafın iyice baktım. İnsan olduğum zamanlardan biliyordum burayı. Ana yola çıkıp bir kamyonun beni ezmesini beklemeliydim. Usul usul ilerlemeye başladım. Biraz önce beni çeviren çocuklar, yanlarında birkaç çocukla birlikte tekrar göründüler. Hemen kendimi yine içeri çektim. İçgüdüsel bir hareket olmalı bu!

Çocuklar başımda durmuş yapacakları şey konusunda tartışıyor gibi yapıyorlardı. Oysa buraya gelirken çoktan ne yapacaklarına karar vermişlerdi. Bir sepet bulup beni içine koydular. Sepetin deliklerinden olanı biteni çözmeye çalışıyordum. Umarım bu caniler beni pişirmez diye geçirdim içimden.

Doğrudan apartmana girdik. Asansörde bir süre yükseldik. Çocuklardan biri dairelerden birinin kapısını açtı. Hep beraber içeri girdik. Balkona çıktık. Beni sepetin içerisinden çıkardılar. Çocuklardan sarı suratlı, gözleri fıldır fıldır döneni, balkonu ve balkonun köşesindeki kutuyu göstererek yeni evimin burası olduğunu söyledi.

Kız çocuğu elinde birkaç marul yaprağı ile geldi. Yaprakları önüme attı. Ben hiç marul sevmezdim oysa et severdim ben, et! Gözlerimden yaşlar akmaya başladı.

O balkonda ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Kaçma teşebbüslerimin hepsi başarısızlıkla sonuçlandı. Çocukların üzerimde denedikleri şeylerin haddi hesabı yoktu. İğrençlikleri anlatmayacağım burada. Bazı geceler üzerime bir mum koyup dolaştırıyorlardı. Sprey boya ile kabuğumu çeşitli renklere boyayıp duruyor, üzerime yazılar yazıyorlardı.

Aylarca kapalı kaldım o balkonda. İlk zamanlardaki hevesleri geçince daha az uğrar oldular yanıma.

Bir gün balkona bir ayna getirip bana kaplumbağa halimi gösterdiler. Kabuğumu sprey boya ile siyaha boyamış ve üzerime “fury” diye bir kelime yazmışlardı. Sarı suratlıya o kadar öfkeliydim ki aynayla uğraşırken parmağını yakaladım. Çocuk parmağını kurtardığında ağzımda kanın tadı vardı. Çocuk çığlık atarak ayağa kalktı ve bana bir tekme attı. Bu kez de ayağı acımıştı. Ağlayarak içeri kaçtı. Diğerleri de onu takip ettiler. Balkonda yalnız kaldım. Sanırım gıyabımda beni mahkeme edip açlığa mahkûm ettiler. Birkaç hafta balkona uğrayan olmadı.

Sarı suratlı çocuk, balkona geldiğinde gözlerindeki parıltılar hiç hayra alamet değildi. Beni yanlarımdan tutup havaya kaldırdı. Balkonun kenarına gelince aşağıya baktı. Diğer çocukları o zaman aşağıda duvar kenarında gördüm. Cellâdım beni aşağıya attı.

Gözlerimi zorlukla açtım. Yine ölmeyi becerememiştim anlaşılan. Sırt üstü yatıyordum. Hiçbir yerimi hareket ettiremiyordum. Etrafımdaki makinelere bakılırsa bir hastanenin yoğun bakımında olmalıydım. Gözlerimi açtığımı fark eden hemşire doktora haber verdi. Doktor, kalabalık bir grupla yanıma geldi. Bu bir mucize falan gibi laflar dolanıyordu. Konuşabilmeyi denedim. Ne oldu bana? gibi kısacık bir soruya doktor, tüm hayat hikayemi sıkıştırdı.

Gökdelenden atladığımda yer çekimi işini yapmış. Ama işgüzar bir rüzgâr beni çınar ağacına doğru yönlendirmiş. Ağaç, düşüşü yavaşlattığı için olacak; tüm kemiklerim kırılmış olmasına rağmen ölmemişim. Yedi aydır sırt üstü komada yatıyormuşum.

"Vasiyetim," diyebildim doktora araya girerek. "Ha," dedi doktor. "Evet, ailen vasiyetinden bahsetti. Komada yedi gün kalırsan fişinin çekilmesine dair bir vasiyetin varmış. Yedinci günün sonunda fişini çektik ama fotosentezle yaşamaya devam ettin."



İz/Öykü Atölyesi

Ruk’un Anahtar Kelimeleri: Kaplumbağa, Ölüm, Ağaç, Gökdelen, Umut.

3 yorum: