Çöl Gemileri


.'ya

Sabah ezanıyla uyandım. Odanın içerisini bir sıkma kokusu sarmış ki sormayın. Anam ne zaman kalkmış, ne zaman hamur yoğurmuş, ne zaman sıkma yapıp, kurmuş sofrayı bilmiyorum.

“Ana gece hiç yatmadın mı?” diyorum, gülüyor cevap vermiyor. Sonra “Çabuk ol,” diyor, “yatakta oyalanma. Baban birazdan gelir camiden. O gelene kadar hazır ol.”

Kalkıp giyiniyorum. Dışarı çıkıp tulumbadan su çekiyorum. Abdest alıyorum. İçeri girip sabah namazını kılıyorum. Sofraya geçip sıkmaları yemeye başlıyorum. Küflü peynir, sıkmanın içinde kendini salmış. Yedikçe, yiyesim geliyor.

Anam dışarıda, develeri yol için hazırlıyor. Babam da geliyor camiden. Avluda ikisi var. Sesleri geliyor. Babam her şeyi tekrar kontrol ediyor olmalı.

Dışarı çıkıp ikisinin de ellerinden öpüyorum. Hayır dualarını alıyorum. Yol açıklığı diliyorlar. Babam öğütlerini sıralıyor. Burun’un yularından tutup avlu kapısına yöneliyorum. Kapıdan dönüp geliyor, anama sarılıyorum. Bakmayın, öyle tek başıma beş deveyle yollara çıktığıma daha küçük bir çocuğum ben!

Yedi yaşından beri develerle tuz gönüne gidip geliyorum. Üç sene babamla gidip geldim. On bir yaşında tek başıma ilk seferime çıktım. Üç senedir de ayda iki kez tuz gölüne gidip geliyorum.

Bir saat kadar Burun’un yularından tutarak önde ilerliyorum. Ereğli iyice arkamda kalınca onu çökertip üzerine çıkıyorum. Asıl yolculuk buradan sonra başlıyor. Altı saat boyunca hiç durmadan ilerleyeceğim. Kuyulara varana dek durmak yok.

Burun da yolu benim kadar iyi biliyor. Neredeyse bir önceki seferde adımlarını nereye attıysa yine oraya atıyor. Gide gele kendi yolumuzu inşa etmiş gibiyiz. Burun çok akıllı bir hayvan, adı neden burun bilmiyorum. Adından belki burnu diğer develerin burnundan çok daha güzel geliyor bana.

Güneş yükselmeye başlayınca iyice sarınıp sarmalanıyorum. Bedeviler gibiyim. Buranın güneşi de Arabistan çöllerindeki güneşten pek farklı değil. Hatta aynısı! Onun için iyi korunmakta fayda var. Güneş çarparsa, çekilecek çilenin haddi hesabı olmuyor. Kusmaktan bitap düşmüştüm bir keresinde. Ateşlenmiş, eve yarı baygın ancak varabilmiştim. Bu sebeple bol bol su içiyorum. O kadar su içince de haliyle çişim geliyor. Çişimi, söylemesi ayıp, Burun’un üzerinde ayağa kalkıp yapıyorum.

Güneş tam tepemize çıktığında Kan Kuyularına ulaşıyoruz. İlk mola yerim Kan Kuyuları. Develeri çökertiyorum. Kuyudan su çekmeye başlıyorum. Kan Kuyuları ile ilgili bir sürü hikâye anlatılır.

Mesela, geceleri cinler burada toplanıp düğün yaparmış. Bu yüzden geceleri kuyulardan uzak durmak gerektiği söylenir. Kırmızı fenerler yakarmış cinler düğünlerinde ve fener sayısınca insan kurban ederlermiş. Kuyunun yanında boğazlanan kurbanların kurumuş kanlarını bulunurmuş sonraki günlerde.

Bir başka hikâyede ise şunlar anlatılır. Zamanında bu kuyular için iki köy savaşa tutuşmuş. Gençler birbirinin kırıp geçirmiş. Kuyuların içi kanla dolmuş ve çevresi kan gölüne dönmüş. Gençlerin anaları çok ah edip ağlamış, bu yüzden kuyuların suyu uzun yıllar kan kırmızısı gelmiş kovalara. İki köye de nasip olmamış kuyuların suyu.

Yalağı suyla iyice dolduruyorum. Üzerimdekileri çıkarıp yalağın içerisine yatıyorum. Öğle sıcağında bundan daha iyisi bulunmaz. Sudan çıktıktan sonra anamın koyduğu azık çantasını çıkarıyorum. Sabah sıktığı sıkmalardan koymuş bolca. Karnımı bir güzel doyuruyorum. Kuyunun suyu biraz ağır, bu yüzden kendi mataramdaki sudan içiyorum üzerine. Gidiş dönüş için yetecek kadar içme suyum var. Develer yalaktaki soyu son damlasına kadar sömürüyorlar, onların sudan yana bir şikayeti yok.

Güneş batıya bir miktar yatınca gemilerimle denize açılıyorum. Korkusuz bir kaptan olarak beş gemimle engin denizlerde korsan avına çıkıyorum. Bayraklarımı gören korsanlar kaçacak delik arıyor. Korkunç savaşlar veriyorum. Ama hiç gemi kaybetmiyorum. Tayfalarım cesur kaptanlarıyla gururlanıyorlar her daim.

Böyle hayaller kuruyorum yol boyu. Hayal kurmadan, kendi kendine konuşmadan, kendine hikayeler, destanlar, türküler söylemeden o kadar yol biter mi? Bitiyor! Bitiyor ama anlatınca, söyleyince daha güzel bitiyor.

Sesimde iş yok, türkü çığıracak olsam Burun başlıyor kafasını sallamaya. Arkadakiler de çirkin çirkin böğürüyorlar. Ya bana eşlik ediyorlar ya da susmam için yapıyorlar bunu. Sırf hareket olsun, diye yine de söylüyorum türkü. Bir canlılık geliyor yolculuğa. Üzerimizdeki ölü toprağı savrulup gidiyor.

Gece yarısı taş ağıllara varıyorum. Uzun zamandır geceleri burada konaklıyorum. Yazın ağılların dışında yatıp kalkıyorum ama kışın içeriye giriyorum. Tuhaf rutubet kokusu var burada. İçerisine ıslak tuz doldurulmuş, o da her yanına sinmiş gibi kokuyor. Belki de ağıl duvarlarındaki taşların özünde tuz vardır. Ben de o yüzden öyle bir koku alıyor olabilirim.

İçeri yattığımda hep bir tedirginlik oluyor üzerimde. Uykularım hep derin, gördüğüm rüyalar çok karmaşık oluyor. Çoğu zaman derin bir korkuyla uyanıyorum. Lakin dışarının sıcağı içime sinen, gönlüme çöreklenen rutubeti hemen kurutuyor. Çok ağır gelirse Burun’a sarılıyorum, geçiyor.

Taş ocağım her zamanki yerinde kurulu. Küçük bir ateş yakıyorum. Azığımı çıkarıp yiyorum. Anam dört günlük yolda, üç kişiye yetecek kadar yolluk koyar. "Yol hali, ne olacağı belli mi olur," der. Allah’tan o kadar yediğim halde kilo almıyorum. Giderken yata yata yediklerimi dönüşte yürüye yürüye eritiyorum; hayvanların üzerinde zaten yeterince yük oluyor, bir de beni taşımaları zulüm olur.

Minderimi açıp ateşin yanına uzanıyorum. Yıldızları seyrederek, bir düşten bir düşe geçiyor; rüyaların en can alıcı yerinde sıçrayıp uyanıyorum, böyle bir uyanıp bir uyuyarak sabahı ediyorum. Sabah ilk ışıklarıyla toparlanıp yola koyuluyorum. Ağılların içinde yatmasam bile üzerime sinen kokusu bir saat sonra kaybolup gidiyor. Burun’nun sırtındaki rahat yolculuğum akşama kadar sürüyor.

Yolculuk, birbirinin kopyası onlarca yolculuğumdan birine dönüyor. Buna şükrediyorum.

Güneş batarken tuz gölünün muazzam güzelliği ortaya çıkar. Sanki billurdan bir yol güneşe uzanıp gider. Ben de develerimin üzerinde güneşten sarayına giden bir sultan gibi ilerlediğimi düşünürüm. Tabii ki güneş batıyor. Sultanlık bitiyor. Bekiroğlu Köyü’nün ışıklarına doğru gidiyorum. Yüreğim kıpır kıpır!

Develeri doğruca Mehmet Ağa’nın evine sürüyorum. Burun yolu ezberinden gidiyor. Mehmet Ağa’nın avlusuna girince Ali karşılıyor beni. Mehmet Ağa’nın ben yaşlarındaki oğlu Ali. Babamla geldiğimiz zamanlarda Ali, ben ve Zehra hep oyun oynardık. Zehra, Ali’nin küçüğüydü. Onunla Ali’den daha iyi anlaşırdık. Yaşlarımız büyüdüğünden onu artık çok fazla göremiyorum.

Develeri Mehmet Ağa’nın avlusuna çöktürüyorum. Mehmet Ağa çıkıp geliyor yanımıza sonra, babamın selamını iletip elini öpüyorum Mehmet Ağa’nın. Hal hatırdan sonra misafir odasına geçiyoruz avlunun kenarındaki. Memleketten, yoldan konuşuyoruz. Sonra hep tuzdan konuşuyoruz, tuz, tuz…

Kapı vuruluyor. Zehra sofrayı getirmiş. Bir anlık kapıda görüyorum onu. Ali sofrayı alınca çekiliyor. Bulgur pilavı ve ayran, pilavı yufka ekmeğin üzerine seriyor Ali. Besmele çekip yiyoruz. Yemekten sonra beni odada bırakıp çıkıyorlar dinlenmem için. Çıkıp bir develere bakıyorum. Sonra tekrar odaya geçiyorum. Gece boyu neden bilmem Zehra’yı düşünüyorum. Yüreğim kıpır kıpır.

Sabah kahvaltıdan sonra develerle birlikte tuzluğa gidiyoruz. Mehmet Ağa’nın adamları gölden çıkardıkları tuzu burada kurutuyor. Öbeklerden birini beğeniyorum, beğendiğimden dolduruyoruz tuzu torbalara. Develere yüklüyoruz. Hasan adlı adamlarıyla Ali yardım ediyor bana. Bir saate kalmadan işimiz bitiyor.

Biz çalışırken gelen birkaç adamla sohbet ediyor gölgelikte Mehmet Ağa. Ayrılmadan önce yanına varıyorum, elini öpüyorum. Adamlara selam veriyorum. Takım elbiseli adamlar, önemli kişilere benziyorlar. Yanlarından ayrılınca Ali’ye kim olduklarını soruyorum. "Göldeki tuzu devlet, artık trenlerle başka şehirlere taşıyacakmış. Bu adamlar da mühendismiş. Rayların geçeceği yerleri inceliyorlar birkaç gündür," diye anlatıyor Ali. Mehmet Ağa trenlerin işlerine bir faydası olup olmayacağını anlamaya çalışıyormuş. Hayırlısı olsun, dedim.

Ali beni tuzluğun çıkışına kadar yolcu ediyor.

Burun’un yularından tutup tekrar yola koyuluyorum. Köyün yanından geçerken Mehmet Ağa’nın uzaktaki evine doğru bakıyorum. Evin kapısında biri var. Tam seçemiyorum, mesafe uzak ama Zehra olmalı, gönlüm Zehra ile dolup taşıyor.

Bekiroğlu Köyü’nden denize açılıyorum. Büyük ve zengin bir tüccarım ben, gemilerim tuz yüklü...





İz/Öykü Atölyesi

.’nın [@ne_teli_incit] Anahtar Kelimeleri: Gemi, Rutubet, Kan, Burun, Tren

Fotoğraf: Jehuda.nl

2 yorum: