Meydanbaşı Mezarlığında Seçim Heyecanı





Bir şehrin en itibar ettiğim yeri mezarlıklarıdır. Ne en işlek caddesi ne herkesin tavaf ettiği alışveriş merkezleri ne mesire alanları ne de meydanları…

Şehrin ruhu, mezarlıklardır.

Seçim yarışının, mücadelesinin, kavgasının, gürültüsünün, rezaletinin, ölüm kalım meselesinin son günlerine yaklaştığımız şu günde yolum Meydanbaşı Mezarlığı’na uğradı.

Mezarlıktaki sessizliği görünce içeri dalıverdim. Ülke bir seçim iç savaşıyla çalkalanırken buradakilerin ölü sükûneti karşısında hayranlığımı nasıl ifade edeceğimi bilemedim:

Bir “fatiha” okudum kendime.

Mezarların arasında dolaşmaya başladım. Mezar taşlarındaki isimleri ve tarihleri okudum. Bunu yapmanın ömrü kısalttığını söyleyen birini tanıyorum.

Çok uzun yaşadığımı da düşünüyorum. Tam otuz dört sene!

Bu otuz dört sene boyunca her gün birileri öldü ve bu mezarlığa gömüldü. Belki yarın belki yarından da yakın bir günde ben de buraya ya da buna benzeyen bir mezarlığa defnedileceğim.

O gün tüm kalbimle şuna şahadet edeceğim, “Allah’ım sen her şeyi biliyorsun ve ben buna şehadet ederim.”

Güncel siyasete bir gönderme yapmayı düşünüyordum ama beceremedim sanırım.

Mezarlıktaki sükûnetten nasibimize düşeni alıp gidelim.

Ben Sultan Süleyman Han




Sultan Süleyman Han, Zigetvar Kalesi önüne Sokullu Mehmet Paşa’nın ısrarı üzerine hasta yatağından kalkarak gelir. Yol yorgunluğuna dayanamaz ve tekrar yatağa düşer. Yatağında Sokullu Mehmet Paşa’ya hayatını, zaferlerini, iç hesaplaşmalarını, sevinçlerini ve kederlerini anlatmaya başlar. Hayatının önemli safhalarını oluşturan; Belgrat’ı ve Rodos’u fethini, Macaristan Krallığı’nı iki saatte tarih sahnesinden sildiği Mohaç Savaşı’nı, Viyana önlerinden kederle dönüşünü ve ardından karşısına artık düşmanın çıkamadığı seferlerini anlatır.

O artık Cihan Padişahı’dır; çağının gördüğü en büyük savaşçı ve siyaset adamıdır. Savaş meydanında olduğu gibi siyaset satrancında da tüm rakiplerini mat eder. Kendisine ikbal verdiklerini, devletin bekası için gözden çıkarmaktan hiç çekinmez. Pargalı İbrahim Paşa’yı, kardeşi kadar sever ama kendi gözleri önünde boğdurur. “İktidar bir ateştir, tutanı da ışığında duranı da yakar!” der Sultan. Dünyaya nizam verirken, Anadolu’daki isyanların ateşiyle yüreğinin nasıl yandığını anlatır Sokullu Mehmet Paşa’ya.

Ve yüreğindeki en derin yaraya bir türlü temas edemez, sadece adını sayıklar, “Mustafa” der. Mustafa’ya reva gördükleri Sultan’ın derununda öyle bir yara açmıştır ki ancak “ah!” ile ifade bulur. Kendi hayatını anlatırken Sokullu Mehmet Paşa’ya nedense yaralarına hiç değinmez. Yalnız bir “ah” eder Yüce Sultan!

Ah, Sultan’ın diline gelmez ama yazarın dilindedir. Girer Sultan’ın kendisini anlatmasının arasına ve Mustafa’yı anlatır. Tarihin unutamadığı özel bir şehzadedir o, yazar onu her haliyle kitabına taşır. Çocukluğunu, gençliğini, yiğitliğini, halkın ve askerin ona olan hayranlığını ve sevgisini anlatır. Bir Cihan Padişahı’nın Şehzadesi arasında dolaşan fesadı gün yüzüne çıkarır. Bulanık suyu aralar. Lâkin her şey için çok geçtir, Mustafa babasının gözleri önünde son nefesini vermiştir.

Şehzadesi Mustafa’nın gözleri önünde katlini seyreden Sultan’ın alnında bu kara bir leke olarak kalmıştır. Yazar da bu lekeyi Sultan’ın en muhteşem yıllarının arasına koyup anlatarak, ona bu acıyı unutturmamak niyetini taşımıştır.

Hürrem Sultan’ı, Pargalı İbrahim Paşa’yı, Şehzade Mustafa’yı ve daha nicelerini, bu romanın sayfaları içerisinde bulacaksınız.



      İzzet KOÇAK, Ben Sultan Süleyman Han, Çağrı Yayınları, 352 sayfa, 2012 İstanbul.