No: 5


Emine Kesim'e

Tadım’dan iki tane simit aldım. Simitler fırından yeni çıkmıştı. Kokusu bile insanın iştahını açıyordu. Döndüm ve bir simit daha aldım.

Binanın girişindeki güvenliğe selam verdim. Özel güvenlik şirketinin talimatı gereği, sanırım, kesinlikle gülmüyordu elemanlar. Posta kutusunu açtım. İçerisinden gereksiz birkaç gönderi ve tanıtım broşürüyle yine aynı sarı zarftan çıktı. Zarfın üzerinde isim, adres, alıcı, gönderici hiçbir şey yazmıyordu.

Güvenliğe sormadım. Bu beşinci zarftı, bundan önceki dört zarfı kimin bıraktığı -kamera kayıtları dahil-  tüm incelemelere rağmen tespit edilememişti. İçinden çıkan şeylerin de tehlike arz etmediğine hem güvenlik hem de polis kanaat getirdiği için benim tedirginliğimin kimse üzerinde bir tesiri kalmamıştı.

Üçüncü kata merdivenleri kullanarak çıktım. Katta iki hukuk bürosu, bir diş kliniği, bir de taşımacılık şirketinin bürosu vardı. Kapılardaki oldukça şatafatlı tabelalardan bunu anlamamak zaten imkânsız. Bense bunların hiçbirinde çalışmıyorum. Aslında ne iş yaptığımı da tam olarak bilmiyorum. Her sabah gelip, koridorun sonundaki büroyu açıyorum. Büronun kapsında No: 5 yazıyor. Bodrum katta olsaydım. Mezbaha No: 5’e bir gönderme olduğunu düşünebilir, et ve et ürünleri ticareti yaptığımızı sanabilirdim, ama bu katta No: 5’e bir anlam veremiyorum.

İçeri girince elimdekileri odadaki tek masanın üzerine bırakıyorum. Bu benim çalışma masam, son dört güne kadar burada ne yaptığımı tam olarak hatırlayamıyorum. Gelip akşama kadar bu masada oturduğumu, akşam olunca da büroyu kapatıp eve gittiğimi sanıyorum.

Mutfağa geçip elektrikli çay setinin suluğuna su doldurup çalıştırıyorum. Su kaynayana kadar, tezgâhın altındaki temizlik malzemelerini çıkarıyorum. Büroyu baştan aşağı temizliyorum. Parkeleri paspaslıyorum. Tüm cam yüzeyleri, cam sil ve fiber bezle siliyorum. Eskiden gazete de kullanırdım. Ahşap yüzeyleri BİM’den aldığım yüzey temizleyicisiyle siliyorum. Geride hiç iz bırakmıyor. Ben bu işleri bitirdiğimde suyun kaynama sesi geliyor. Ellerimi yeni ciflediğim lavaboda yıkıyorum. Çayı demliyorum. Kelimenin gerçek anlamıyla bir işgüzarım ben.

Bir bardak çay katıp masama geçiyorum. Simitlerin sıcaklığı gitmiş olsa da tazeliklerini hala koruyorlar. Çay ve simit ile kahvaltı yapıyorum. Aslında ikinci kahvaltı demeliyim. Evden hiçbir zaman kahvaltı yapmadan çıkmıyorum çünkü. Ancak büroya geldiğimde ne zamandan beri böyle bir alışkanlığım var bilmiyorum. Simit ve çayla ikinci bir kahvaltı daha yapıyorum.

Çay ve simit faslından sonra ajandamı açıyorum. Yapılacak işler listesine bakıyorum. Yapılacak tüm işleri çaya kadar yaptığım fark ediyorum. Ajandama göre yapacak başka bir işim yok. Sarı zarflar gelmeden önce bu boş vakitlerde ne yaptığımı da hatırlamıyorum. Doktora görünmeyi düşündüm ama onların bu duruma sağlıklı bir açıklama getireceğini düşünmüyorum. Böyle kendimi oldukça iyi hissediyorum, kendimi iyi hissederken doktora gitmeyi hastalıklı buluyorum.

Mektup açacağını alarak zarfı dikkatli bir şekilde açıyorum. Zarfın içerisinden önceki günlerde olduğu gibi yine beş tane birbiriyle ilişkisiz, ben öyle olduğun düşünüyorum, kelime çıkıyor. Kelimeleri okurken içime bir sıcaklık yayılıyor, kendimi sevdiğime kavuşmuş gibi bir hissediyorum. Her akşam bunu eve vardığımda da hissediyorum çünkü, oradan biliyorum. Eşimle kapıda selamlaştığımız anda ikimizin içine de böyle bir sıcaklık yayılıyor. Akşam vakitleri bu yüzden hep vuslat vakitleridir. Hanıma tabii ki kelimeler için de böyle hissettiğimi söyleyemiyorum. İçimde bir suçluluk var açıkçası zarfların geldiği günlerden beri.

Kelimelerin anlamlarını biliyor olsam dahi karşıdaki dolaptan Türkçe sözlüğü alıp tek tek kelimelerin anlamlarını ajandama yazıyorum. Zarfın neden gönderildiğini, kelimelerin hangi maksatla yazıldığını bulmaya çalışmıyorum. Umursamıyor gibi umursuyorum onları ama gizli manalar aramaya da çıkmıyorum. Bu zarf ve kelimeleri bana gönderen ya da gönderenlerin böyle bir amacı varsa bile heveslerinin kursaklarında kalacağını söylemeliyim.

Bilinçli bir tercih mi, yoksa bilinçaltımın yönlendirmesiyle mi bilmiyorum. Çekmeceden bir kâğıt çıkarıyorum. Bir başlık atıyor ve yazmaya başlıyorum. Bazen ikinci, üçüncü kâğıda da geçiyorum. Sonra birden yazmayı bırakıyorum. Fişe takılıyım da biri fişi çekiyor. Diyorum herhalde bu kadar yazmayım. Buna bilinç akışı diyormuş edebiyatçılar. Benden ne akıyor kâğıda bilemiyorum. Çünkü yazdıklarımı okumuyorum. Kâğıdı güzelce katlıyorum. Kelimelerin geldiği zarfın içerisine yerleştiriyorum. Zarfın içinden çıkan kelimelerin yazılı olduğu kartı da yine zarfa koyuyorum. Bir süre, ki bu uzun bir süre de olabiliyor, zarf masamın üzerinde duruyor. Ben de oturmaya devam ediyorum.

Büroyu kapatma vakti geldiğinde ortalığı topluyorum. Masanın üzerindeki sarı zarfı alıyorum. Onun burada ne aradığını bir süre hatırlamakta zorluk çekiyorum. Hatırladığım anda biran önce ondan kurtulmam gerektiğini hissediyorum. Zarfı alıp mutfağa gidiyorum. Bundan önceki dört günde yaptığım gibi tencereyi tezgâhın üzerine koyuyorum. Çakmağı alıp zarfı yakıyorum. Yanan kâğıtlar etrafa saçılmasın diye tencerenin içine atıyorum, bir süre yanmasını izliyorum, sonra kapağını kapatıyorum ama ateşin sönmemesi için de arada bir hava aldırıyorum. Kâğıt tamamen yanınca musluğu açıp tencerenin içerisine su dolduruyorum. Sonra lavaboya döküyorum. Küllü su lavabodan akıp gidiyor. İmha işlemi tamamlanınca derin bir nefes alıyorum. Lavaboda izler kalsa da yarın sabah ciflerim diyerek üzerinde fazla durmuyorum.

Işıkları kapatıp bürodan çıkıyorum. Asansörü kullanmıyorum, merdivenlerden iniyorum. Posta kutusunun yanına geldiğimde elim ceketimi cebine gidi-yor. Sarı bir zarf çıkarıp içerisine atıyorum kimseye fark ettirmeden, sanırım bunu yaptığımı kendim de fark etmiyorum.

Güvenlik görevlisine selam veriyorum. Sirk kapısında duran palyaço gibi sırıtıyor yüzüme. Kapıdan çıkıp evime doğru ağır adımlarla ilerliyorum.




İz/Öykü Atölyesi

Emine Kesim’in Anahtar Kelimeleri: Vuslat, İşgüzar, İmha, Bilinç, Tesir

Padişahım Sen Çok Yaşa


Ulmen'e

Padişah hazretleri tahtına kurulmuş kaygılı bir halde gözlüklerinin camını siliyordu. Komşu ülkeye yapacağı ziyaret günü yaklaştıkça sarayındaki rahatlıktan mahrum kalacak olmanın verdiği can sıkıntısı iyice gönlüne oturmuş, oturmakla kalmamış Padişah hazretlerinin yüzüne de sirayet etmişti.

Çeşnicibaşı boğazına düşkün Padişah hazretleri için gecenin köründe sofra kurmuş olmanın verdiği hoşnutsuzluğu içinin en derinlerine gizleyip Padişah hazretlerinin yüzüne gülümsüyor. Kusursuz hizmetine devam ediyordu. Padişah hazretleri gece vakti tavuk dürüm ve ayran istemişti. Ayranda sıkıntı olmamıştı ama tavuk dürüm için gece vakti açık dürümcü bulmak zor olmuştu. Neyse ki çabucak hallolmuştu bu sıkıntı da. Derin bir nefes almış, aldığı nefesi vermeyi unuttuğu için boğulayazmıştı Çeşnicibaşı.

Padişah hazretlerinin aklına dürümü ısırmadan önce besmele çekmediği geldi. Besmelesini çekerken son zamanlarda rahim kelimesine daha çok vurgu yaptığını fark etti. Bir ayağım çukurda ne de olsa, dedi kendi kendine. Gençliğimde rahman kelimesine mi daha çok vurgu yapıyordum, diye düşünüyordu. Düşünüyor ancak bir sonuca da varamıyordu.

Dürümü yiyip ayranı içtikten sonra tahtına tekrar kuruldu. Kuş tüyü yatağında mışıl mışıl uyumaktan kendisini mahrum edip tahtta gecelemesinin bir anlamı olmalıydı ama düşünmeye üşendi. Bugün yeteri kadar düşünmüştü. Yarın divanda konuyu gündeme almalıydı. Ne de olsa kendisi yerine düşünmeleri için onlara bir sürü akçe veriyordu.

Camlarını sildiği gözlüğünü taktı. Gazeteyi açtı. Gazete yarının tarihiyle basılmıştı. Padişah olmak böyle bir şeydi iste, bir gün önceden her şeyden haberdar olabiliyordu.

Gazetenin manşetinde yine kendisi vardı. “Padişahım Sen Çok Yaşa!” Otuz yedi yıllık iktidarında ülkesine yaptığı hizmetler yine bir bir sıralanmıştı. Ama haber sonuna doğru tuhaflaşıyordu. Zira Trabzon Valisi olan biricik oğlu Sami’nin kendisini gece yarısı boğdurduğu ve yerine yeni padişah olarak tahta sabah saatlerinde çıktığı yazıyordu.

Kaygılanmıştı ama kaygısının beyhude olduğunu biliyordu. Zira Sami’yi iki yıl önce kendisi boğdurmuştu. Yoksa boğdurduğu Manisa Valisi oğlu Yakup muydu? Aklı karışmıştı, son birkaç yılda dokuz oğlunu boğdurmuştu. Sami’yi boğdurup boğdurmadığından emin olamadı.

Komşu ülkeye yapacağı ziyaret de iptal edilmemişti, yeni padişah ilk ziyaretini oraya yapacağını ilan etmişti. Bu çocuklara gelenekleri bir türlü öğretemeyeceğiz diye düşünürken perdelerde bir hareketlenme oldu. Hep böyle olurdu zaten, kapıyı çalıp gelecek değiller ya! Dilsiz cellâtları etrafını sarmıştı. Yağlı ilmeği ne ara boynuna geçirmişlerdi anlamadı. Gözlüğünün sapı boğuşma sırasında koptu, camı çatladı. Son nefesini verirken besmele çekmeye çalıştı ama rahim’e kadar gelemedi.




iz| Öykü Atölyesi

Ulmen’nin Anahtar Kelimeleri: Mahrum – Rahim – Ziyaret – Kaygı – Gözlük

Fotoğraf: Kevin Valsh

Bu Senin Öykün



Yasemin İşgör'e

Annesi içeri girmesine izin vermeden eline poşeti tutuşturdu. Poşettin içinde dört domates, üç köy biberi, bir baş soğanla bir kiloluk kaşarın annesi tarafından göz kararıyla ikiye bölünmüş yarısı duruyordu. Ağzını açmasına dahi izin vermeden eline on beş lira sıkıştıran annesi Cemal’i fırına yolladı.

Cemal son bir cesaretle, babam ne yapıyor, diye sordu. Onun işi varmış, dedi annesi, öykü yazıyormuş! Cemal içinden, her işe koştuğu oğlunun öyküsünü de yazsa keşke, diyerek merdivenlerden ağır ağır inmeye başladı.

Bisikletinin kilidini açarken annesi balkondan uzanmış. Bisikletle gitme, börekleri getirirken zor olur, demiş. Bir de poşete koyma, hamur oluyor, diye eklemişti. Cemal açtığı kilidi tekrar takıp poşeti sallayarak fırına yollandı.

Yeşiller Etliekmek ve Pide Salonu yazıyor olsa da levhasında orası mahalle fırınından başka bir şey değildi. Somun ekmek çıkarmıyor, lavaş yapıyorlardı sabahları sadece. Gün boyu etliekmek atıyorlardı.

Annesinin verdiği malzemeleri çırağa verdi. Çırak hepsini makinenin içine doldurup düğmeye bastı. Sebzeler ve peynir parçalanıp birbirine karıştılar. Böreğin içi hazırdı. Sırada kimse olmadığı için ustalardan biri tekneden hamur alıp açmaya başladı. Cemal, boş masalardan birine oturup izlemeye koyulmuştu.

Fırıncı, kaç tane olacak, diye sordu Cemal’e. Cemal bir düşündü, annesi bir şey söylememişti. Cemal her zamanki sayı olduğunu tahmin ediyordu ama bu kez böreği kötü yaptırırsa bir daha kendisinin fırına gönderilmeyeceğini düşünerek, yirmi tane, oldukça da gevrek olacakmış, annem öyle söyledi, dedi. Fırıncı bu malzemeden yirmi tane çıkmaz, en fazla on iki tane çıkar, fazlası yaparsak bir şeye benzemez, dedi. Annem yirmi lira verdi, kaç tane istiyorsa o kadarın parasını verir her zaman, on istese on lira verir, on iki isterse on iki lira verir, dedi Cemal. Fırıncı açtığı ocağın ağzını kapattı. Git annene sor gel, dedi fırıncı, o malzemeden yirmi böreğin çıkmasının mümkünatı olmadığını söylüyor usta de. Fırıncı ters çıkmıştı. Cemal yelkenleri suya indirip, ne kadar çıkıyorsa o kadar yapın, dedi. Ustalar tekrar çalışmaya başladı.

Bu sırada iki ihtiyar fırına geldi. Ellerindeki böreklikleri çırağa verdiler. Cemal’in yanındaki masaya oturup konuşmaya başladılar. Cemal, yaşlanmak ne kötü! diye geçirdi içinden. İhtiyarlar sanki Cemal’in kendileri hakkında düşündüğünü anlamış gibi ona dönüp gençliğin kıymetini bilmesini öğütlemeye başladılar. İhtiyarlar konuştukça açılıyor, hiç susmuyorlardı. Cemal neye uğradığını şaşırmıştı. İmdadına böreklerin fırından çıkması yetişti. Parayı verip fırından dışarı fırladı.

Elinde börekler eve giderken karşısına okuldan tanıdığı iki çocuk çıktı. Ellerinde yavru bir köpek vardı. Çocuklarla selamlaştı. Börek alın, dedi arkadaşlarına. Çocuklar birer dilim börek alıp teşekkür ettiler. Yavruyu yeni almışlar, bir ismi yokmuş. Böreklerin hatırına sanırım Cemal’e köpeklerine bir ad vermesini istediler. Cemal köpeğin adını düşünürken yolun karşısındaki kırtasiyenin levhasındaki “kontörlü telefon” yazısını gördü. Kontör neydi bilmiyordu ama havalı geldi. Köpeğin adını Kontör koydu. Çocuklarda ismi sevmişlerdi. “Kontör gel oğlum!” diyorlardı durmadan. Oysa Kontör dişiydi, bunu hiçbiri bilmiyordu.

Eve vardığında annesi nerede kaldın, diye kızdı. Ne kızıyorsunuz, dedi Cemal. Fırın mı cami mi belli değil. İki tane vaiz oturtmuşlar masaya, gelene geçene vaaz ediyorlar saatlerce. Fırıncılar da onları onaylayacağız diye işi ağırdan alıyorlar, dedi. Babası mutfağa girip bugünkü vaazın konusu neymiş, diye sordu. Cemal, gençleri kıskanan ihtiyarların onlara çektirdiği eza ve cefa idi vaazın başlığı, dedi. Babası gülümseyip masaya geçti. Zeki çocuktu ama kıymeti bilinmiyordu.

Annesi salata yapmış, ayran çalkalamıştı. Peynirli börekler enfes kokuyordu. Kaç tane çıktı, diye sordu annesi. Usta yirmi yapalım dedi ama ben izin vermedim. On iki tane yaptırdım zorbela, dedi Cemal bıyık altından gülerek. Manyak mı bunlar, dedi annesi, on böreklik malzeme gönderiyoruz, yirmi yapmaya kalkıyorlar. İyice paragöz oldu millet, diye söylenmeye başladı.

Kesin öyledir, dedi babası. Cemal’in yine bir şeyler karıştırdığını hissetmişti. Cemal konuyu değiştirmek isteyerek, kontör ne baba? diye sordu. Bugün arkadaşların köpeğine verdim bu adı ama ne demek olduğunu bilmiyorum. Kırtasiyenin kapısında yazıyordu. Havalı geldi, dedi. Eskiden cep telefonu yokken kırtasiyeler falan sabit telefonlarına bir sayaç taktırırlardı, süreyi ölçer konuştuğun kadar para öderdin, o sayaca verilen isim, dedi babası. Bir köpeğe her halde konulabilecek en son isimmiş, diye söylendi Cemal ama koyduğu isimden de memnundu.

Börekleri yediler. Annesi sofrayı topluyordu. Cemal’in babası bilgisayarın başına geçti. Baba benim de öykümü yazsan olmaz mı, dedi Cemal babasının yanında dikildi. Babası gülümseyerek. Bu senin öykün zaten Cemal, dedi. Gel beraber okuyalım, diyerek Cemal’i yanına oturttu.




iz| Öykü Atölyesi

Yasemin İşgör’ün Anahtar Kelimeleri: Fırın – Vaiz – Kontör – Mümkünat – Tahrif.

Anti Kahraman


Yakup Allak'a

Ben Behzat. Ayakkabıcı Behzat. Uzunçarşı No. 9’daki ayakkabı dükkânının kendi halindeki sahibiyim! Çok şükür işlerimiz iyi, dükkân kira olsa sıkıntı olurdu ama kazandığımızın yarısını muhasebeciye, yarısını da dükkân sahibine vermeyince evde bir kap yemek rahat rahat pişiyor. Anlatım bozukluğu oldu ama olsun ilkokul mezunuyum ben, ayrıca muhasebeci iflahımızı söküyor.

İki oğlum var, biri fen lisesinde ikinci sınıfta, diğeri İstanbul denen cadı kazanında tıp okuyor. Cerrah olup, hastaları doğrayacağım diye espriler yapar eve her geldiğinde. Kendi elleriyle et yemekleri hazırlar. Küçük; kitap kurdudur, polisiye hastasıdır. Fen liseli edebiyatçımızdır kendisi, yazar olmak istiyor. Şimdiden öyküler yazıp dergilere gönderiyor. En son ayakkabıcı bir kiralık katille ilgili öykü yazmış. Çok tedirgin olmuştum yayımlanır falan diye ama derginin editörü yazdıklarını çok hastalıklı bulduğunu anlatan bir mektup yazmış bizimkine. “Hangi devirde yaşadığından haberi yok bu editörün” diye bağıra çağıra dolandı birkaç gün evin içinde. Babanı bir kiralık katil olarak anlatırsan olacağı bu, dedim. Hanım koluma sarıldı, sen bir sineği bile incitmezsin bu çocukların böyle olmasına ne sebep oldu bilmiyorum, diyerek şefkatten sızlanmaya doğru bir geçiş yaptı. Mevzuyu uzatmadan kapattık.

Bizim oğlan ondan sonra da yazmaya devam etti. İnternet sitesi açmış, öykülerini oraya yüklüyor. Bilmem şurada bu kadar takipçim var, burada şu kadar deyip duyuyor. Takipçi iyidir, diyorum takip etmek için yürüyorlarsa tabii ki, diye ekliyorum. Yürümeden takip ediyor millet birbirini, biz bu kadar ayakkabıyı kime satacağız. Artık insanlar eskidiği için değil, çok şükür, sıkıldıkları için ayakkabı alıyorlar yoksa bu zamanda ayakkabı falan eskimez.

Ben Behzat Cin, Ayakkabıcı Behzat. Uzunçarşı No. 9’daki ayakkabıcı dükkânının kendi halindeki sahibiyim ama bu tek işim değil aramızda kalsın. Bir de ikinci bir işim var. Part Time katilim ben, kiralık katil! Ereğli merkez, Konya, Aksaray, Karaman ve Niğde’de öldürmek istediğiniz biri varsa beni gözü kapalı kiralayabilirsiniz. Fabrika değilim ama işimde ben de garanti verebilirim.

İnternette şöyle bir dolaşın, göreceğiniz cin çarpması şüpheli ölümlerin tamamına yakınından ben sorumluyum. Soyadıma uygun bir teknik geliştirdim ve bu da çok başarılı oldu. Maktulün nasıl o şekle geldiğini hiçbir otopsi açıklayamıyor, diyeyim fazla ayrıntıya girmeyeyim.

Öyle önüme gelen herkesi de öldürmüyorum. Prensip sahibi olmak, her işte olduğu gibi bu işte de önemli. On sekiz yaş altı ve altmış beş yaş üstü işleri almıyorum. Yasal olarak yetişkin kabul edilen aradan kimi isterseniz çarpabilirim! Tabii doğrudan benimle iletişime geçme imkânınız yok. İşleri "İnci Hoca" getirir. Bağlantıları o kurar. En ince ayrıntısına kadar her şeyi planlar. Bana sadece işi bitirmek kalır. Kazancı yarı yarıya paylaşırız. Onun planları sayesinde yıllardır, işlerimiz tıkırında gidiyor. İşin ilginci İnci hoca, bizim oğlanın edebiyat öğretmeni.

Şimdi bu noktada çocukların kime çektiğini ortaya çıkmış oluyor. Hanım koynunda bir akrep besliyor ama farkında değil. Küçüğün benim part time işimden haberi olmamasına rağmen o öyküyü yazması önce de söylediğim gibi beni oldukça tedirgin etmişti. Ama neyse ki o pısırık babasını bir kahraman yapmak istiyordu. Herkesin kahramanlık algısı başka işte, onunki oldukça anti.



iz| Öykü Atölyesi

Yakup Allak’ın Anahtar Kelimeleri: Takipçi – Cin – Yazmak – Sebep – Öykü 

Bukle’nin Kozalakları


Emre Ergin'e

Berberde sıra bekliyordum. İki koltuk da doluydu. Dışarısı yanıyordu. Cep telefonumu çıkarıp, esmiyor, diye tweet attım. Beğeni falan geleceği yoktu, yine kimsenin umurunda değildim. Berber bile unutmuştu beni, koltuktaki adamı usul usul tıraş ediyordu.

Çırak bir çay koydu önüme, çay altlığında Bukle Bay ve Bayan Kuaförü yazıyordu. “Çok mu düşündünüz,” dedim Asım’a. Berberimin adı Asım. Burada olduğumu hatırlasın diyeydi aslında bu soru. “Buyur, bir şey mi dedin  Selim?” diye döndü. “Yok,” dedim, “sesli düşündüm sadece.” Cevabı biliyordum uzatmadım. Bulke, Asım’la Leyla’nın kızlarının adı. Herkes çocuğuna işiyle ilgili saçma salak isimler koyunca bunlar da heves edip Bukle koymuşlar kızcağızın adını. Sonra da kızın adını iş yerlerine, iki yerleri var. Birini Leyla çalıştırıyor, bayan kuaförü, burayı da Asım; önce beraber yapmaya çalıştılar, tutmadı, burası Paris mi, tutmayınca ayırdılar.

Kemal dayı da sıra bekliyordu benim gibi. Gazetenin çengel bulmacasını almış, gözlüğünü burnunun ucuna indirmiş, kalemi ikide bir ağzına götürüp “hımm!” deyip bir şeyler yazıyor. “Selim, sen bunu bilirsin.” dedi bana. “İyi nitelik, uğur. Sekiz harfli, üçüncü harfi y, altıncı harfi n çıkmış.” Biraz düşündüm, bir şey aklıma gelmedi. “Bilmem ki Kemal dayı!” dedim. Dayı cevap bile vermedi, bulmacaya tekrar gömüldü.

Asım, raftan pahalı şişesi olan ama içerisine ucuz parfüm doldurduğu markalı şişeyi aldı elin/e. Bu sıranın bana geldiği anlamına geliyordu. Koltuktakinin üzerine parfümü boca etti. Koltuktan kalkana, saatler olsun, dedik hep bir ağızdan. Bazı şeylerin doğrusunu bilmenin bir kıymeti yoktur. Koltuğa kuruldum.

“Sakalları da alayım mı?” dedi Asım. “Yok,” dedim, “daha yara tam iyileşmedi.” Boynumdaki ameliyat yarasına dikkatlice baktı Asım, “Kabuk bağlamış.” dedi. "İyi görünüyor. İstersen makineyle toparlayayım.” diye ekledi. “Sen bilirsin,” deyip kafamı geriye attım. Asım tıraşa başladı. Sakalları topladı makineyle, makasla saçlara daldı.

Tıraşın ortasında Asım’ın aklına kozalaklar gelmişti. “Poşettekiler bizim kozalaklar mı yoksa?” dedi. “Evet,” dedim, “istediğin kozalakları getirdim.” Tıraşı bırakıp doğruca kozalakların olduğu poşeti eline aldı. Kozalakları tek tek çıkarıp baktı. Beğendiği yüzünden belli oluyordu. “Bukle, bunları çok sevecek.” dedi. Bukle, kızı Asım’ın, bilgisayarda mı ne görmüş, bunları boyayıp süs eşyası yapıyor. Dükkândaki raflarda bunlardan bir sürü var, alıcısı yok ama. Kız hevesli, bunlar da hevesini kırmak istemiyor.

Asım, geçen sefer getirdiklerimi kıza götürmek yerine mangal kömürünü tutuşturmakta kullanınca evde kız kıyameti koparmış. Leyla araya girmiş de Asım kızının elinden kurtulmuş. Tek çocuk, kıyamıyorlar tabii ki.

Benim tıraş bitti. Asım parfüme uzandı. “Gerekmez.” dedim, kalktım. Hep bir ağızdan saatler olsun aldım. Teşekkür ettim. Sırtımdaki penye sırılsıklam olmuştu. Kemal dayı bulmacayı bırakıp benim boşalttığım koltuğa geçti. “Bana sorduğun kelimeyi buldun mu dayı?” dedim. “Bulamadım, menemen gibi bir şey çıktı.” dedi.

Asım’a cüzdandan yirmi lira çıkarıp verdim. Çırak elindeki fırçayla üzerimizdeki kılları çırpıyormuş gibi ceplere vurup bozuk paraları şıngırdatıyordu. İki lira da ona verdim.

Dükkândakilere selam verip çıktım. Kemal dayı arkamdan, “Ne meymenetsiz herif şu Selim!” diyordu. Asım, “Öyle deme dayı iyi çocuktur özünde, ağır bir ameliyat geçirdi yüzünden daha yeni!” diye savunmaya geçmişti. Köşeye kadar gidip geri döndüm. “Kemal dayı!” dedim. Asım tedirgin oldu, gözlerinden belli. “Bulmacadaki kelime var ya,” dedim, “meymenet! Ben de olmayan şey işte!”



iz| Öykü Atölyesi

Emre Ergin’in Anahtar Kelimeleri: Meymenet, Kozalak, Bukle, Parfüm, Kabuk.