Çoklu Mülakat Sorularına İz'li Cevaplar



İzdiham Dergisi’nin 33. sayısında Güray Süngü 102 tane soru sordu. Sorular çok güzel. Birbirinden çıldırtıcı. Ben de cevaplamazsam ayıp olur diyerek tüm soruları itinayla cevapladım.

Mülakat

Güray Süngü: Neyi çok seversiniz?
1- Bir şeyi yapmaya mecbur olmamayı çok severim, bu mülakatı yapmaya mecbur olsaydım bundan nefret ederdim.

GS: Şiir, roman, öykü dünyayı iyileştirir mi?
2- Hastalığın sebebi bunların eksikliğinden kaynaklanıyorsa bir faydalarının olacağı kesin ama ben bundan o kadar emin değilim.

GS: Dünya hasta mı?
3- İyiyim, dese de kimse inanmaz. Ama Güneş kadar yandığını düşünmüyorum.

GS: Eseri bitirince rahatlar mısınız? Yoksa huzursuzluk mu artar? 
4- Ben her aşamada huzursuz bir insanım, bu dünyada huzur bulacağımı düşünmüyorum. Başlarken, devam ederken ve bittikten sonra farklı boyutlarda huzursuzluklar yaşarım.

GS: Küçükken ne olmak isterdiniz?
5- Küçükken postanede memur olmayı istiyordum.

GS: Oldunuz mu? Evetse niye oldunuz, hayırsa niye olmadınız?
6- Hayır, nasıl olunacağını bilmiyordum, bildiğim bir şey oldum bu yüzden.

GS: İnsanlar mı sorun, sorun mu insanlarda? Ya da siz mi insansınız, onlar mı?
7- Ben aslen Jüpiter asıllı bir Marslıyım! Genellikle sorunu ben çıkartıyorum, sonra yakınmak zorunda kalmıyorum, demek isterdim.

GS: İnsan gibi yaşamak için nelerden vazgeçebilirsiniz?
8- Sahip olmadığım her şeyden vazgeçebilirim, sahip olduklarım sanki insanca yaşamak için gerekli gibi duruyor.

GS: Geçinmek için ne yapsaydınız sanatınız zarar görmezdi?
9- Gizli bir sanatçı olduğumu düşünüyorsunuz sanırım, teşekkür ederim; ama ben hangi sanatı icra ettiğimi tam olarak bilmiyorum. Geçinmek için hiçbir şey yapmasaydım, çok geçimsiz bir insan olurdum.

GS: Norveç'te doğmuş olsaydınız bir Türk şairi merak eder miydiniz?
10- Ben alt komşumun kim olduğunu bile merak etmiyorum.

GS: İnsan hep galibiyet peşinde midir? Soru cevaplanırken de, soru hazırlarken de?
11- Evet, ben her cevabımla galibiyete yaklaşıyorum, ama siz sorularınızla oraya çoktan varmışsınız bile.

GS: Yaşayan en büyük şair, yazar filan gibi ifadeler kullanalar, sanatçıyı bir yarışçı filan gibi görürken ve bu iğrençken, neden şair veya yazarlar bu ifade kendileri için kullanılsa memnun olurlar. Ya da olurlar mı?
12- Lütfen sorularınız da bu kadar açık yönlendirme yapmayın. Kıytırık bir yorum, twitter'ın beğen butonu bile insanı havaya sokmaya yeterken, "yaşayan en büyük izzet koçak" olmak beni ziyadesiyle memnun eder, yok be, çok saçma, bunlar hep kapitalistlerin oyunları.

GS: Deftere mi yazarsınız, bilgisayara mı?
13- Bilgisayara yazar, kağıtları ise karalarım!

GS: Bir insan neden bir başkasını öldürür?
14- Bir çiçeği yetiştirmek emek ister, zaman ister ama parktaki çiçeği koparmak birkaç saniye, işte bu yüzden öldürür insan insanı.

GS: Kitap mı okursunuz, e-kitap mı?
15- Kitap okurum, e-kitap okumayı denedim ama beceremedim, sayfayı çevirmenin hazzını alamadım hemen bıraktım.

GS: Birisi diğerini öldürdüğünde siz hangisi olursunuz?
16- Kabil olurum herhalde ama Habil olarak Kabil'i öldürmüş olan Habil, böylece Kabil olurum işte. Yoksa?

GS: Kitap okusu denen şey aslında selüloz kokusudur ama bunun bile simgesel bir değeri var mıdır? Varsa bu değer nasıl bir değerdir?
17- Yok, selüloz aslında kitap gibi kokuyor olmalı. Değer dediğimiz şey zaten simgesel değil mi? Kitap kokusunu seviyorum, kokulu kitapları ise sevdiğimi söyleyemem.

GS: Birisi diğerini öldürdüğünde tarafsızım diyen kimin tarafıdır aslında?
18- Biri mi ölmüş! Cevabı soru şekline sokarak soru soruyorsunuz. Ben böyle durumlarda ters cevaplar vermeye meyilliyim.

GS: El yazmasından matbaaya geçişle, kitaptan ekitaba birbirine benzetilebilir süreçler midir?
19- Yok, sanmıyorum; belki, olabilir... Ben matbaaya karşı olmadım, el yazmasını da hor görmedim, kitabı seviyorum ama e-kitaba da düşman değilim.

GS: Biri silah uzatsa ve ya şu ihtiyarı öldür ya da ben seni öldüreceğim dese kimin ölümünü tercih ederdiniz?
20- Tam benlik bir soru, hemen silahı alır ve silahı verene doğrulturum, ihtiyarı öldüremeyecek biriysem silahı bana vereni de öldüremem. Kendimi öldürmem de mümkün değil. Eleman elimden silahı almaya çalışır, silah ikimizin arasında patlar. Kötü adam ölür. Umarım.

GS: Ne olsaydı yazmadınız ve ne olmadı da yazıyorsunuz?
21- Sanırım, hazır cevap biri değilim; söyleyeceğim şeyleri uzun uzun düşünmem gerekiyor, bazen çok düşünmekten dolayı yazamıyorum, sadece düşünürsem yazıyorum. Hazır cevap kullanıyorsam hiç yazmıyorum.

GS: Biri diğerini öldürdüğünde üzülen kimin tarafındadır aslında? 
22- Kimin öldüğü ile ilgili doğrudan bağlantılı bu, ben sevmediğim biri öldüğünde üzülmem; hatta öldüğü için sevindiklerim de oldu. Ama öldüğü için üzüldüğüm insanlar da oldu.

GS: Mutlu musunuz?
23- Bu soru beni çok mutsuz ediyor. Mutluyum desem, kendimi suçlu gibi hissediyorum, değilim desem başka bir halet-i ruhiye. Ama mezar başımda mutsuz gitti, mutlu olmaktan utandı hep diyecekler.

GS: Öleceğinizi bilmek sizi korkutuyor mu?
24- Ameliyata girerken doktor bir kağıt imzalatmıştı, tüm sorumluluğu üzerime aldığım, iç rahatlatıcıydı. Ameliyattan sonra hala hayattaydım, korkunçtu.

GS: Birisi silah uzatsa ve ya şu kadını öldür ya da ben seni öldüreceğim dese kimin ölümünü tercih ederdiniz?
25- Bakınız 20. soruya verilen cevap

GS: Bildiğiniz Norveçli bir şair var mı?
26- Google bakmadan bu soruya cevap vermemi beklemiyorsun herhalde.

(Neden Norveç, adamın sevdiği mi orada yaşıyor, durmadan Norveç de Norveç, Reklam aldılar herhalde?)

GS: Ölümsüz olsaydınız (biyolojik olarak) intihar eder miydiniz?
27-Hiç ölecek gibi hissetmiyorum zira kendimi. İntihar üzerine uzun uzun düşündüm. İnce ince planlar yaptım. Sonra vazgeçtim. Ölümsüz olsaydım, intihar sanırım bir çözüm olmazdı.

GS: Bugün yazdığınız bir eserin yüzlerce yıl sonraya kalacağı garantisi karşılığında şu an hayatınız istense, hayatınızı vermeye hazır mısınız?
28- Bi şekilde illa öldüreceksin beni. İsterdim. Ama eser konusunda tereddütlerim var. Hangisi için öleceğime benim karar vermeme izin verilmeli. Böylece, en büyük eserim kendimim, derim.

GS: Ölümsüz olup bunu bilmemek mi (biyolojik ölümsüzlük değil, eserlerinizle ölümsüz olmak), ölümsüz olduğunuz zannıyla (ama ölümsüz olmadan) hayatınızın sonuna kadar huzurlu yaşamak mı isterdiniz?
29- Hayatımın sonuna kadar huzurlu yaşamak isterdim. Eserimle huzursuzluk verdiğim ruhlardan şimdiden özür dilerim. Eserim daha önce söyledim: Benim...

(Dönüp dönüp aynı soruya cevap veriyormuşum hissi uyandı yine, çapraz sorgudaysam iyi polis kim?)

GS: Öte dünyaya inanan bir sanatçı, neden bu dünyada önemli olmak ister, siz mesela ister misiniz, neden istersiniz?
30- Bazı şeylerin doğrudan inançla ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Karakterle ilgili olabilir. Ben önemli olduğumu biliyorum, bunun için önemli olmayı istemem anlamsız olur.

GS: Sanatçıların hafiften anormal olduğunu söylemek, sanatçıların kendilerini özel hissetmek için uydurdukları bir yalan mıdır sizce de?
31- Bence sanatçılar bu yalana çok fazla pirim veriyorlar.

GS: Hayal kurabilmek yetenek midir?
32- Ben kuruyorum kuruyorum, yıkılıyor. Yetenek mutlaka gerekli ama mühendislik de istiyor.

GS: Birisi silah uzatsa ve ya şu çocuğu öldür ya da ben seni öldüreceğim dese kimin ölümünü tercih edersiniz?
33- Önce 25'e oradan 20'ye bakınız.

GS: Üç soru önceki sorunun sonundaki de bağlacı cevabınız üzerinde etkili oldu mu?
34- Soruların büyük çoğunluğunda yönlendirme var, sonunda tüm suçu bana yıkacaksınız. Cevabımı tamamen etkisi altına almış. Yoksa ben tamamen anormallikten yanayım.

GS: Dikkatli bir okur musunuz, yoksa her kendini zeki sanan insan gibi çarçabuk mu okursunuz?
35- Bu soruyu bile beş kere okudum, Allah'ım herkese bol bol verirken bana bu müstahak mı? (Bu sorudan sonra hızlı okuma kursuna falan kesinlikle gitmem.)

GS: Mutlu musunuz?
36- Değilim abi, mutlu oldun mu?

GS: Ayaklarını çok iyi kullanan bir futbolcunun bu yeteneği, futbol diye bir spor olmasaydı anlamsız bir yetenek olurdu. Buna katılıyor musunuz?
37- Bütün mülakatlar böyle yapılıyorsa ben bir daha katılmam. Erkan Yolaç'ın evet hayırı gibi. el-cevap: Evet.

GS: Katılıyorsanız, çok iyi bir roman yazarı ya da şairin bu yeteneği, roman ya da şiir diye bir şey olmasaydı, anlamsız bir yetenek mi olurdu? (İlk soruya bağlı kalarak cevap verilmeli, yani roman ya da şiir olmasaydı, roman ya da şiir yeteneği diye bir şey olmazdı bir cevap değildir.) 
38- Şimdi var da sanki çok anlamlı. Bir önceki soruya Evet dedim çünkü aklım cevaptan çok soru sorma şeklindeydi, şimdi anlıyorum ki ince ince tuzağa çekiliyormuşuz. El-cevap: Evet.

GS: Büyük yazar denilen bazı yazarların aslında sıradan yazarlar olduklarını düşünüyor musunuz?
39- Soruyu bir daha alabilir miyim? Büyüklük algısı kişiden kişiye değişir. Sıradanlık mükemmel bir şeydir, büyük yazarların bunu ulaşmaları için çok büyük olmaları gerekir.

GS: Örnek verebilir misiniz?
40- Kafka

GS: Dostoyevski yaşamamış olsaydı, dünya daha mı kötü olurdu?
41- Dünya o yaşarken de iyi bir yer değildi. Ama iyi ki bu dünyaya gelmiş, Mars falan daha kötü!

GS: Dünyanın en büyük edebiyat ödülü size mi verilsin yoksa en iyi arkadaşınıza mı?
42- Tabi ki bana verilsin.

GS: Yalan söyler misiniz?
43- Kime? Hanıma söylemem hemen anlıyor.

GS: Dünyanın en büyük edebiyat ödülü, en iyi arkadaşınıza mı verilsin; yoksa hiç tanımadığınız, çevrenizdeki insanların da hiç tanımadığı ve sizin çevrenizde yaşamayan birine mi?
44- Uzağa uzağa, Norveçli birine versinler, hiçbirini tanımıyorum.

GS: Hangi yazar ya da şair yaşamamış olsaydı dünya daha kötü bir yer olurdu? 
45- Fuzuli / Paramı vermiyorlar diye Şikayetname'yi yazdığı için.

GS: Ara sıra da olsa dünyanın en özel insanlarından biri olduğunuzu düşünür müsünüz?
46- Sık sık düşünüyorum, ölünce anlayacaklar diye de çevremdekiler adına ara sıra üzülüyorum.

GS: Bir önceki soruda ara sıra yerine daima deseydik de cevabınız aynı mı olurdu?
47- Cevabım aynı olurdu ama çevremdekiler adına daima üzülemem.

GS: Cevabınız aynı olurdu ise bunun bir kişilik bozukluğu olduğunu söylesek kabul eder misiniz?
48- Neden kabul edeyim, tanıdığım doktorlar var!

GS: Uçabiliyor musunuz?
49- Serbest dalış yaptık gidiyoruz bu mülakatta, bakış açısına göre yere çakılana kadar uçabiliyorum.

GS: Beterin beteri var mıdır? Hayatınızdan örnek verir misiniz? (var dediyseniz)
50- Olmaz olur mu, bu mülakatın tüm sorularını okumadan sırayla cevaplamaya kalkmak.

GS: Hayatınızdan örnek verir misiniz? (yok, dediyseniz; olmadığına dair delil niyetine)
51- Ne çekiyorsam kendi yüzümden çekiyorum, cümlesinde hem gerçek hem de mecaz anlama gelen bir söz sanatı var. Kinaye diyorlar buna. Yüzümden çok çektim ama aynısını oğlumun çekmesi çok beterin beterinin beterinin... .... beteriydi.

GS: Uçabiliyorsanız, uçabilmeniz bir haksızlık mı?
52- Uçabildiğimi söylemiştim, yere hala ulaşamadım. Mülakata devam edebiliriz. Haksızlık olan bir şey varsa o da beni iteni görememiş olmam.

GS: Haksızlık size mi haksızlık (farklılığın acı dünyası) yoksa onlara mı haksızlık? (sıradanlığın acı dünyası) 
53- Asıl haksızlık uçmam değil, aklımın bir karış havada olması ve ben yıllardır aklım ile kafam arasındaki mesafeyi kapatmaya çalışıyorum. Bu uçuşun sonunda mesafeyi yere kapaklanınca kapatacak gibiyim.

GS: Uçamıyorsanız, uçamamanız sizce bir haksızlık mı?
54- Son beş altı soruya Alaaddin Hava Yolları sponsorluğunda cevaplıyoruz. Uçan halım var ve uçuyoruz ama yükseldikçe hava soğuyor ve ben soğuk havadan pek hazzetmem. Haksızlık varsa burada var, güneşe yaklaştıkça insan bu kadar üşümemeli.

GS: Özel olup acı çekmek mi, sıradan olup acı çekmek mi tercihiniz olurdu?
55- Acıyı ben çektikten sonra sıradan olup çekmişim, özel olup çekmişim çok fark etmez. Ama özel olup acı çekiyor ayaklarına yatma ihtimalim varsa bunu düşünebilirim.

GS: Cennette çok sayıda çocuğun olacağı düşüncesi sizi kaygılandırıyor mu?
56- Cennette kaygı diye bir şey olacağını sanmıyorum, varsa orası cennet olamaz. Çocuk mevzu bu soruda farklı bir şekilde de yorumlanabilir. Ben orada da çekirdek aileden yanayım.

GS: Sorumlu musunuz?
57- Akıl baliğ olduğumdan beri kendimi her şeyden sorumlu hissediyorum. Bu yüzden sorumlu olduğum şeylerin sayısı o kadar fazla ki büyük çoğunluğuna karşı sorumluluklarımı yerine getiremeyerek çok sorumsuz biri oluyorum aynı zamanda.

GS: Sorunsuz musunuz?
58- Dışı sizi içi bizi yakar, dedikleri kişilerdenim ben. Mesafeyi belli bir uzaklıkta tutarsanız oldukça sorunsuz biriyim. Lakin yaklaştıkça oldukça sorunlu biri olabilirim. Bu yüzden kendimle olan mesafeyi korumaya gayret ediyorum.

GS: İki soru önceki sorumlu musunuz sorusunu üç soru önceki cennet ve çocuk sorusunun etkisinde mi cevapladığınız?
59- Çocuklarla ilgili bir soru mu vardı diye üç adım geri gitmek zorunda kaldım. Bu ara aklımda @aykutertugrul beni neden takip etmiyor sorusu vardı. Aykut Ertuğrul acaba bilinçaltımın bana çocukça bir oyunu muydu?

GS: Ciddi misiniz?
60- Çok ciddi bir insanım fakat bunu belli etmemek için çok çaba harcıyorum.

GS: Kalpsiz misiniz?
61- Bir kalbimin olduğunu söylüyorlar ama ben pek ihtimal vermiyorum, iki bin yedi yılında pleomorfik adenom ile birlikte kalbimi de aldıkları sanıyorum. Kuvvetle muhtemel masada kaldım ve aileme Jüpiter asıllı bir Marslıyı ben diye teslim ettiler.

GS: En son ne zaman ağladınız?
62-En son 28 Şubat ve 1 Mart günlerinde sol gözümden akan birkaç damla gözyaşıyla ağlamışlığım var, ondan sonraki günler boyunca yoğunluğu azalmakla birlikte susuz ağıtlar yakıldı zihminin karanlık köşelerinde.

GS: Özel misiniz, sıradan mı?
63- Sıradanım ama birileri hep sıramı alıp beni sıradan çıkarıyorlar, bu da beni özel yapmıyor tabi ki. Sadece bir sıradan çıkıp başka bir sıradanlığın sırasına giriyorum. Özel olmak bile bazı insanlar için sıradan bir şey oluyor zaman içerisinde.

GS: En son ne zaman ağladınız sorusu sorulduğu zaman düşünüp hatırlayamayanlar ya da yıllar önce diyenlerin insanlığı güdüktür dersek bize küser misiniz? 
64- Güdük, en sevdiğim Hababam Sınıfı karakteri diye işi dalgaya vurabilirim ama bir açığınızı yakalayıp ortaya bir laf etmeden küsmem.

GS: En son ne zaman günah işlediniz?
65- Bir saat önce son tövbemi ettim, cümlesini yazarken yalan söyleyerek.

GS: Bazı sorulara verdiğiniz ve vermeyi düşünüp akıllıca davranıp vermediğiniz cevapların, bazı sorulara verdiğiniz cevapları çürüttüğünü anladığınız zaman, sorulara verdiğiniz cevapları baştan itibaren gözden geçirmeyi düşündünüz mü?
66- Düşünmek ne, bunu yapacağımdan emin olduğum için cevapları tweet olarak anlık paylaşıyorum. Yoksa onlarca kez tutarlılığını koruması için değiştirirdim.

GS: Yalan söylemek çok mu günahtır, az mı günahtır sizce?
67- Bana yalan söylenmesi çok büyük günahtır ama benim yalan söylemem az günahtır.

GS: Yalan söylemekle alkollü içki içmek arasında kalsanız hangisin tercih ederdiniz?
68- Ben hiç içki içmedim bu yüzden yalan söylemeyi tercih ederdim sanırım. Hani bu bildiğim bir şey diğerinin nasıl sonuç vereceğini kestiremiyorum.

GS: Sık mı günah işlersiniz?
69- Kendi çapımızda bizim de günahlarımız var. Çok sık olduğunu sanmıyorum, ama bunun yakın olmamakla ilgisi olabilir, yaklaşırsam ne olur bundan emin değilim. Mesafeyi korumak gerekiyor, günahla bile.

GS: İbadet ederken aklınızdan başka şeyler geçirir misiniz?
70- Oruç tutarken özellikle aklıma başka şeyler gelsin de unutup yiyip içeyim diye didiniyorum, oruçlu olduğum aklımdan hiç çıkmıyor. Ama namaz başka, özellikle teravihlerde bir hatta iki öykü tamamlamışlığım var. Sorun selam verdikten sonra yazmaya üşeniyor olmam.

GS: Issız bir adaya düşecek olsanız gitmeden önce hangi üç kişiden neyin özrünü dilerdiniz?
71- Hayalimde hep bir ıssız adaya düşmek var ama düşmeden önce bunu üç kişiyle paylaşmayı hiç düşünmemiştim. Ben özürlerimi ıssız adadan dönüşe bırakıyorum. Kabul edilme yüzdesi böylece artmış olur.

GS: Bir tekneniz olsun ister misiniz?
72- Bedava sirke baldan tatlıdır, lüks bir yat olsa daha iyi olurdu ama tekne de kabulümdür.

GS: Birisi size dile benden ne dilersen dese ve o dilek karşılığında hayatınızdaki en önemli şeyi isterse, neyi isterdiniz, neyi verirdiniz? (dile benden ne dilersen diyene yalan söyleme ihtimaliniz yok)
73- Cenneti isterdim ve karşılığında hayatımı verirdim.

GS: Bir tekneniz olsun ister misiniz dendiğinde neden kimsenin aklına ekmek teknesi gelmez?
74- Niye gelsin ki hepimiz ekmeği artık marketten alıyoruz.

GS: Bir önceki soruyu okuyunca yukarıdaki tekne sorusunun cevabını değiştirdiniz mi? Değiştirmediyseniz, değiştirmeyi aklınızdan geçirdiniz mi?
75- Değiştirmedim ve değiştirmeyi düşünmedim bile, değiştirmiş olsam bile söylemezdim ki...

GS: Yalan söyler misiniz?
76- Ben yalanı ağzıma hiç sürmedim.

GS: Bir tekneniz olsun ister misiniz sorusu ıssız ada sorusundan sonra gelmeseydi cevabınız farklı olur muydu?
77- Evet, belki farklı olabilirdi zira tekne deyince daha önce bir soruya verdiğin oruçlu cevaptan telmihle tekne orucu gelmişti. Teknede oruç tutmakla ilgili fikirler uçuştu bir süre kafamın içinde.

GS: Çocukken bir bisikletiniz var mıydı? Bize onu anlatır mısınız? 
78- Bir tane oldu olmasına da onu hatırlamak nasıl ifade edilir bilmiyorum, hüzünlendirir beni. Pinokyo tipi kırmızı eski bir bisikletti, aylarca babamın ona lastik almasını bekledim ama o gün hiç gelmedi. Cantları üzerinde sürdüm aylarca. Bir gerçeği o zaman anladım!

GS: Mutlu musunuz?
79- Tarifsiz bir mutluluk içerisindeyim, müsaade ederseniz ben kalkayım artık.

GS: İnsanlar sosyal medyada bisiklet fotoğraflarına bayılıyorlar. Bu sizce çok saçma değil mi?
80- Bayılıyorlar mı hiç dikkatimi çekmedi. Sanki görmemiş gibi kedilerle ayılıp bayılıyor gibi geliyor bana. Valla sosyal medyada saçmalıklar trend trend.

GS: Çocukluk güzel bir şeyse neden hatırlamak hüzün verir? (vermez mi?)
81- Ben çocukken büyümeyi hiç istemedim, öyle çocukça bir temenni değildi, büyük bir adam gibi en doğru kararın bu olduğuna kanaat getirmiştim. Yalnız büyüyecektim, bunu durdurmanın bir yolu yoktu. O sebeple çocukluğuma çok bağlanmadım. Sevmem bile çocukluğumu.

GS: Sizi öldürmeyen şey güçlendirir mi?
82- Ameliyat masasından ölmeden kalktım ve bu beni çok güçlü yapmadı, eskiden nasılsam öyleyim. Aradığınız şeyi son baktığınız yerde bulmak gibi bu da, bulduğunuzda aramayı bırakırsınız. Öldüğünüzde sahip olduğunuz gücün bir önemi kalmaz.

GS: Güçlendirir ise bu durumda daha fazla güç daha fazla acı demek değil midir?
83- Sanırım bu soruya cevap vermem gerekmiyor, Beni öldürmeyen şeyin güçlendireceğini değil süründürme ihtimalinin daha fazla olduğunu düşünüyorum peşinden.

GS: Mutlu musunuz?
84- Mutlu muyum, bilmiyorum, aksakallı hocalar bunun anlamını öğretmediler bana.

GS: Sizi güçlendiren şey sizi öldürmez mi?
85- Ben hala süründürdüğü kanaatindeyim.

GS: Sadece kendisi gibi düşünen insanların düşünebildiğini düşünen insanların düşünebildiklerini düşünüyor musunuz?
86- İyi insanların hepsi benim gibi düşünüyor, ben de düşünebildiğime göre iyi insanların hepsi düşünebiliyor, ama kötüler çok düşüncesiz.

GS: Aşk var mı?
87- Aşk yok, olsa ilk benim haberim olurdu. Şehir efsanesi falan olmalı bu aşk.

GS: Kalbinizin yerinde olup olmadığını anlamak için ara sıra onu elinizle yoklar mısınız?
88- Benim hiç öyle kötü bir alışkanlığım olmadı. Ama kafamın yerinde olup olmadığını kontrol ediyorum.

GS: Mutlu musunuz?
89- Mülakatın sonuna yaklaşmanın mutluluğu sardı her yanı.

GS: İyi bir sanat eseri insanın kalbini yoklayan el midir?
90- Ben kalbin aklın bir boyutu olduğu kanaatindeyim, ortada bir el varsa o da kesin kafayı yokluyordur.

GS: Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi romanı hangi romandır?
91- Sizce, demediğiniz için bilmiyorum diye cevap vermek zorundayım.

GS: Roman mı olmasaydı yoksa antibiyotik mi?
92- Birini neden diğerine tercih edelim ki ne güzel ikisi de var işte. Tabii ikisinin de öyle her derde deva havaları olmasa daha güzel olur.

GS: İyi bir sanat eseri denge işi midir?
93- İlginç şeyler kaos ortamından çıkıyor çoğunlukla, iyi bir sanat eseri kendi kaosundaki dengeyi bulmuş ürünlerdir.

GS: İyi bir sanatçı dengeli bir kişi midir?
94- Dengeli numarası yapanları saymazsak iyi sanatçıların hepsi dengesizdir. Zira dengeleri gözetmek onları bir şey yapar ama iyi sanatçı yapmaz.

GS: Dengesizden denge çıkar mı?
95- Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz, demiş Hz. Ali. Ama hem zemin hem cetvel eğri ise bunlar arasındaki dengeyi bulacak kişi dengesizin teki olacaktır.

GS: Çok vahim bir olay olduğunda insan-sanatçı bir kara delik gibi içe doğru mu göçer, dışa doğru taşıp eser mi üretir?
96- Vahim bir olayla karşılaşıp eser üretmeye yönelen kişi bence sanatçı değil fırsatçıdır. Ama bu fırsatı kim kaçırmak ister ki?

GS: Sizce bugüne kadar ölenler mi daha çoktur, yoksa bugünden sonra doğacaklar mı?
97- Matematiğim iyi olmadığı için sözelci oldum. Böyle bir hesabı yapamam ama ölenler hep doğacaklardan çok olacak gibi geliyor.

GS: Kıyamet mi kopuyor?
98- Yok, İsrafil sur'u deniyor.

GS: Mutlu musunuz?
99- İnsan tam olarak mahiyetini bilmediği şeye sahip olup olmadığını da bilemez.

GS: Ne sıklıkla utanç duyarsınız?
100- 13 dakikada bir...

GS: Kendinize mi daha çok inanırsınız, Allah'a mı?
101. Bu soruyu cevap vermeyerek cevap vermiş oluyorum.

GS: Özür dilerim.
102- Ben size yanlış kişiyi sorguladığınızı söylemiştim Güray Bey


Bu güzel sorular için Güray Süngü'ye,
Kaybettiğim soruları gönderen Şükran Çetinkaya'ya
Soruları samimi bir şekilde cevaplayan içimdeki komiteye,
Siz sevgili okurlara, teşekkür ederim.
Ayrıca,
Bu mülakata verdiğim cevapları yayımlamayan İzdiham'a da teşekkür ederim, niye etmeyim!


Piyango


[ PİYANGO ]*

Karı koca ellerindeki piyango biletine bakıp hayaller kurmaya başladılar. Kadın evin içindeki değiştireceği şeylere bakıyordu. Adam, karısına!..

*[ izzet koçak ]

#mikroöykü286

Anlayış


[ ANLAYIŞ ]*

"Bu ilişkinin yürümeyeceğini ben ilk günden anlamıştım zaten," dedi. "O zaman neden üç yıl boyunca hiçbir şey söylemedin. Neden benim söylememi bekledin?" diye sordum. "Benim beş dakikada anladığım şeyi senin de anlamanı bekledim," dedi ve ekledi, "ama tahminimden biraz uzun sürdü."

*[ izzet koçak ]

#mikroöykü287

Heykeli Dikilecek Adam


[ HEYKELİ DİKİLECEK ADAM ]*

"Bu memlekette kadri kıymeti bilinmemiş nice adam var," dedi çayından bir yudum aldıktan sonra. "Mesela ben," dedi sonra, "heykeli dikilecek adamım, ama nerde!" Yanında oturan genç, "Üzülme abi," dedi içten, "dikili bir heykelin olmasa da mezar taşın olacak bu topraklarda."

*[ izzet koçak ]

#mikroöykü288

Limonlu Meczup



Fatîma Betül Hoş'a

Biraz yağmurun kimseye zararı olmaz ama bu yağmurun adı ahmakıslatan! Sabahtan beri üzerimizde toplanan bulutlardan bardaktan boşalırcasına bir yağmur beklerken incecik, çisil çisil bir yağmur yağmaya başlaması Mikail’in alın yazımıza yaptığı göndermeden başka ne olabilirdi ki!

Bardaktan boşanırcasına yağmış olsaydı, bahçedeki kulübeye girer, yağmurun dinmesini beklerdik. Bu sırada iki dal sigara içer, fantastik edebiyatın ülkemizdeki yansıması olarak evliya menkıbeleri üzerine yapacağım yüksel lisans tezinden bahsederdim Ahmet’e. Ama şimdi yapılacak tek şey limonları toplamaya devam etmek. Bir limon, bir limon daha sepete…

Limon kelimesini duymak, benim gibi sizin de tükürük bezlerinizi çalıştırmaya yetti mi? Yetmediyse, bakın şimdi elimdeki bu sapsarı limonu ortadan ikiye kesiyorum. Bıçaktan sızan ekşi suya bir bakın, enfes değil mi? Kestiğim limonun yarısını güzelce sıkıyorum ağzıma, akan suyu görmelisiniz bir şelale gibi dökülüyor, maşallah!

 “İyice kafayı yedin sen, ne diye kendi kendine konuşuyorsun. Adın okulda meczuba çıktı zaten. Yakında belgeli bir deli olacaksın!” diye sesleniyor Ahmet aşağıdan, omzundaki boş sandıkları indiriyor. O matematik bölümünde okuyor, ben Türkçe. Ev arkadaşım olur kendileri. Arada birlikte ameleliğe gelip üç beş kuruş kazanıyoruz.

“Bizim ailenin meczupları muteberdir.” diyorum gülerek, memlekette bizden hep saygıyla bahsederler, ailemizden birçok büyük meczup çıkmıştır, ama hiç akıllı adam çıkmamıştır.” diye zırvalamaya devam ediyorum.

“Ben senin yanında aklıma nasıl mukayyet olacağım, diyor Ahmet dolu sandıklardan birisini omzuna alırken.

“İyi ya olma işte, milletin övgüyle bahsettiği delilik mertebesini çıkmış olacaksın sen de böylece, bana ne kadar teşekkür etsen azdır!” diyorum. Ahmet oralı bile olmuyor sandıkları kamyonete kolayca yükleyebileceğimiz yere taşıyor.


İşimiz akşama kadar sürdü, ahmakıslatan da akşama kadar aralıksız yağdığı için donumuza kadar ıslandık. Tarla sahibi sağ olsun siz öğrenci adamlarsınız, diye bize yirmişer lira diğer işçilerden daha fazla günlük verdi. Üç beş kilo kadar da limon aldık.

Limonata yapar içeriz, dedim Ahmet’e. Sen limonata yapmasını biliyor musun? diye sordu. “Bilmiyorum, ama youtuba bakarız,” dedim, “orada her şeyin videosu var.”

Kamyonetle hale kadar geldik, oradan eve yürüyerek geçecektik. Komisyonculardan birine acil iki adam lazımmış. Kamyondan mal indirilecekmiş, yükleme işi olsa kabul etmezdim ama indirme işi bir nebze daha kolay oluyor. Dört kişi bir kamyon sebzeyi indirdik. Komisyoncu gün boyu kazandığımız kadar para verdi Ahmet’le ikimize.

Bu para birden ikimizin de nefsine hoş gelmişti. Tamahkâr değildik ama çoğu günümüzü makarnayla geçiriyorduk. Ayrıca ben salçasız yiyemiyordum makarnayı, o da ayrı bir masraf kalemi oluyordu.

Paranın yüzü sıcak işte, “Arada gelsek bize de iş çıkar mı?” diye sordum bizimle birlikte mal indiren ağabeylere. “Buranın kendi düzeni var çocuklar,” dediler, “böyle iş nadiren düşer. Bugün kavga çıktı, polis, hamal arkadaşların yarısını nezarete attı. Anlayacağınız size buradan ekmek çıkmaz!”

Hayırlısı olsun, deyip ayrıldık halden. Şaka maka da iyi yorulmuştuk. Yürürken hafiften sendeledim. Ahmet’e, “köprü altından geçelim, dolaşmayalım.” dedim. Ahmet köprü altı lafından hiç hoşlanmadı. “Başımızı akşam vakti belaya sokmayalım,” dedi. Köprü altı pek tekin olmayan kişilerin yatıp kalktığı bir yer ne de olsa, evsizi, hapçısı, tinercisi, berduşu… Ahmet, sevmez böyle tipleri, kim sever ki, uzak durur her zaman. Karşısından gelse böyle biri yolunu değiştir. Ben kendimi böyle adamlara içten bir yakınlık duyarım, umursamam yani!

Yığılıp kalacağım şuraya sırtında taşıyacaksın eve kadar beni, dedim. Köprü altından geçmeye zar zor ikna ettim.

Köprü altı dediğimiz yer, şehrin ortasında ama şehre yabancı bir yer. Köprü falan da yok bu arada. Oradan geçince bizim öğrenci evine on dakikada çıkılıyor, diğer taraftan yarım saat daha yürümek gerekiyor. Ahmet’te yorulduğundan, beni de sırtında taşımak zorunda kalmak istemediğinden olsa gerek oradan geçmeyi kabul etti. Yoksa hayatta geçmezdi!

Ölümün nerede geleceği belli olmaz, prensibine bağlı olarak Ahmet yolunu uzatır ama nahoş sokaklara asla bulaşmazdı. Sonra insanlar, derdi, hakkımızda ne düşünür. Haksız sayılmazdı ama haklı olmak için bu kadar yürümeye benim gönlüm razı gelmiyordu.

Öyle korkutucu bir durum yoktu ama sokağın ortasında birkaç tinerci önümüzü kesti. Ahmet, bana dönüp öyle bir baktı ki dayak yemekten beterdi bu bakış. Kafası güzel gençlerden biri kelebeği çıkarıp karşımızda çevirmeye başladı. Kafası güzelken böyle çeviriyor, bir de ayık olsa neler yapardı diye düşünüyordum. Ahmet, bela istemiyoruz falan dese de değişen bir şey yoktu. Belanın ortasına düşmüştük.

Ahmet cüzdanından limoncunun fazladan verdiği yirmi lirayı çıkarıp uzattı. Yandaki parayı kaptığı gibi elindeki sopayla Ahmet’e vurdu. Yirmiliği çıkartırken Ahmet tüm parasını bu serserilere göstermişti. Hepsini istiyorlardı artık. O kadar sene aksiyon filmi seyretmiş olmanın verdiği cesaretle heriflere daldım. Birine iyi bir yumruk vurdum. Olduğu yere yıkıldı. Diğerine dönmeye fırsatı bulamadan sopayı kafama yedim. Artık her şey dönüyordu. Mevlevihane ön kayıtlarını bu dönüşle kesin geçerdi kafam ama olduğum yere düştüm. Üstüme sopalar inmeye başladı. Başımı kollarımın arasına aldım ve elemanların yorulup gitmesini bekledim. Ahmet’in bir ah çekip yanıma yıkıldığını duydum. Elimizdeki limonlar da etrafa saçılmıştı. Birini elime aldım. Sonrasını hatırlamıyorum, bayılmışım.

Gözümü hastanede açtım ama görüntü pek net değildi. İyi bir dayak yemiştim. Başımda bir polis vardı. Amerika'ya mı geldim diye düşünmeden edemedim. Okuldan bir hoca da kapının orada duruyordu. Polis hocayla bir şeyler fısıldaşıp odadan çıktı. Koridorda sınıf arkadaşlarımın bazılarını da gördüm. Bir dayak yemiştik önünde sonunda, afiyet olsun demeye bu kadar kalabalıkla gelmeye ne gerek vardı.

Yanımdaki yatak boştu. “Ahmet!” dedim, ama kötü bir şeylerin olduğunu hissetmenin verdiği acıyla. Halim Hoca, yanıma geldi. “Başın sağ olsun,” dedi damdan düşer gibi, “Ahmet çok kan kaybetmiş, bıçak kalbine denk gelmiş, doktorlar çok uğraştı ama takdiri ilahi!”

Nasıl bir çığlık atmışsam artık, akli melekelerinim tamamını yerinden oynatmışım. Uzun süre bir akıl hastanesinde tedavi gördüm. Benim farkında olduğum süre iki yıldı, fazlasını bilmiyorum. Olabileceğimin en iyisinin bu olduğuna karar veren doktorlar beni taburcu edip aileme teslim ettiler. Ahmet’in mezarını ancak ondan sonra ziyaret edebildim.

Evde yapamazdım artık. Annemin gözlerindeki ifadeye dayanamıyordum. Evden kaçtım. İzimi kaybettirmem hiç kolay olmadı. Birkaç şehir dolaştım. Şimdi köprü altında yatıp kalkıyorum. Ahmet’in intikamını alacağım günü bekliyorum burada. Elimde hep bir limon var, neden bilmiyorum.



Kelimeler ve İzler

Fotoğraf: Samuel

Yara


[ YARA ]*

Billur şişelere her gece gözyaşlarımı dolduruyorum. Ne çeşit olursa olsun yarası, tahammülü kalmamış gariplere şişelerden birer tane veriyorum. Çok dua alıyor, her gece daha çok ağlıyorum. Hüznüm öyle muazzam ki derman olamayacağı yara yok gibi, kendimden başka!

*[ izzet koçak ]

#mikroöykü289

Tekkedeki Kedi


Güzide Demirhan’a


Mahallede dolaşıyordum. Meydanbaşı Camii’nin aylardır hışırtısı kesilmeyen hoparlörlerinden iman efendi sala okumaya başladı. Ses bir kesilip bir boğuklaşsa da verilmek istenen mesaj anlaşılıyordu. Bugün bir cenaze kalkacaktı mahalleden.

Avcı atalarımın tüm genlerini taşıyor olsam da hazır yemek varken fare peşinde koşmayı mantıklı bulmuyorum. İşin aslı, aramızda kalsın, bugüne kadar hiç fare yakalamadım. Mahallede olmadıklarından değil, içim almıyor. Zaten ortalık zibil gibi yiyecek kaynıyor. Küçük bir mahalle olmasına rağmen kırk iki tane çöp kutusu var. En nezih lokantaların çöplerinde bulamayacağınız güzellikteki ev yemekleriyle ziyafet çekebilirsiniz bu mahallenin çöplerinde.

Zor durumda kalırsam penceresine tırmanıp iki miyavla bir tas süt alacağım evler de var. Gönlü geniş insanlar her yerdeler. Ben de onlarla iyi geçinmeyi öğrenmiş pis bir sokak kedisiyim!

Cenaze ikindiden sonra kalkacakmış. Yemek akşamı bulur, herhalde şehir dışından gelecek olanlar var, yoksa öğle namazından sonra işi bitirirlerdi. Şimdi akşama kadar aç dolaşmak olmaz. Canım etliekmek de çekmiyor. Bir başka cenazeye ya da düğüne artık!

Bu saatte bir tas süt verecek birini bulmalıyım. Selim kesin evdedir. Umarım dolabında da süt vardır. Hava zaten sıcak, sokakta dolaşılacak gibi değil, Selim’in bahçesindeki asmanın altında, karnımı doyurduktan sonra güzel bir uyku çekerim.

Selim yine bilgisayarın başında, durmadan bir şeyler yazıyor. Büyük kalın bir roman yazdığını anlatmıştı benim de yanlarında bulunduğum bir sırada arkadaşına. Yüzüklerin Efendisi diye bir roman varmış. Onun gibi destansı bir şey olacakmış yazdıkları. “Kediler de olacak mı?” diye sormuştum ama cevap vermemişti. Ben insanları anlıyorum ama onlar beni pek anlamıyor.

El âlem ne der, diye bir derdi hiç yok Selim’in. Cenaze, düğün bilmez; evden nadiren dışarı çıkar ve hep şu an olduğu gibi yazar da yazar. Kafasının içinde nasıl bir âlem var, anlamak pek mümkün değil. Selim'in kendisinin anladığından da pek emin değilim.

Selim'in penceresini bir iki tırmaladım, miyavladım. Bilgisayardan kafasını kaldırıp bana baktı, gülümsedi. Tekerlekli koltuğunu geriye itip kalktı, pencereye geldi. "Buyursunlar Derviş Bey!" diyerek beni içeri aldı. Atlayıp bacaklarına süründükten sonra tekli koltuğa geçip kıvrıldım. Selim’in evindeki yerim orası. Selim doğruca mutfağa gitti sütümü hazırlamaya. Leb demeden leblebiyi anlayan cinsten ama neden bu kadar asosyal orasını bilemiyorum. Belki de değil onu da bilmiyorum. Neyse...

Pis bir sokak kedisi olduğumu söylemiş ama adımı söylememiştim değil mi? Aslında bir tane adım yok, her sokakta, evde farklı bir adla çağırıyorlar beni. Selim, Derviş. Kazım Amcalar, Tekir. Elma Sokaktakiler Panter. Yeni yapılan apartmanın kapıcısı Tolga, Duman, diyor. Bunlar belli başlıları ama daha bir sürü ismim var, çoğunu ben de hatırlamıyorum. Ama soran olursa kendimi Derviş diye tanıtıyorum. Kimse sormuyor.

Selim, “Tekkedeki Kedi” diye bir öykü yazmıştı birkaç yıl önce. O zamandan beri bana Derviş der. Hu, diye mırıldanarak tekkede gezen mutmain bir kedinin öyküsüydü bu. Öyküyü benden esinlenerek yazdığından bahseder önüne gelene, önüne en çok bakkal Arif gelir. Onunla aralarındaki ortak tek konu benim. Bu tekli koltuğa uzandığımda çıkardığım mırıltı, dervişlerin hu’larına benziyormuş, bu da yazdığı öyküye ilham olmuş falan. Öyküyü bana da okumuştu. Hoşuma da gitmişti öykü. Ama ne yalan söyleyim, çıkardığım mırıltının hu ile uzaktan yakından bir ilgisi yok. Selim işte!

Bir tas sütle geldi Selim. Masanın yanına serdiği gazetenin üzerine bıraktı. Sütün içerisine ekmek de dilimlemiş adamım. Şapırdata şapırdata içmeye başladım. İnsanların şapırdatması hoş değil ama biz yapınca kulağa hoş geliyor. Sütü içtikten sonra tekrar tekli koltuğa çıkıp kıvrıldım. Tok bir mideyle uykuya daldım.

Rüyamda mahallede dolaşan, Derviş adında, pis bir sokak kedisiydim. Kendi salasını veriyordu Meydanbaşı Camii'nin imamı!..



Filinta dergisinde yayımlanmıştır


Kelimeler ve İzler

Foto: @krztjn_kwan

İmbat Reis



Hasan Kara'ya

Toplantıdan çıktıktan sonra sahile indim. İki simit aldım. Boş, kuşlar tarafında az kirletilmiş bir bank bulup oturdum. Yüzümü serin deniz rüzgârı okşuyordu. Uzun süren toplantıdan sonra bu iyi gelmişti.

Martılar attığım simit parçalarını kapmak için birbirinin gözünü oyuyordu. Biz de toplantıda böyleydik. Yeni gelen işi kapabilmek için yedi tasarımcı birbirimizin gözünü rahatlıkla oyabilirdik. Ama oymadık. İçimizdeki volkanları bastırıp, birer centilmen gibi, tasarımlarımızın sunumunu yaptık. Sorulara samimi bir gülümsemeyle cevap verdik.

Birkaç gün içerisinde kararlarını bildireceklermiş. On gün, yedi yirmi dört, bıçak setinin tasarımı için çalıştım. Süre biraz daha uzun olsaydı daha iyi bir iş çıkarabilirdim. Ama diğer tasarımları görünce içim biraz rahatladı. Benim tasarımım onlarınkinin yanında kusursuza yakındı. Bu rahatlıkla daha iyi bir sunum yaptım.

Sunumumun zayıf kaldığı tek yer, sete verdiğim isim sebebiyle oldu. Bıçak setine yüzüme vuran şu güzel rüzgârın hatırına Meltem ismini vermiştim. Bıçakların üzerine rüzgârın yumuşacık esişini andıran, göze hoş gelen dalgalar nakşetmiştim. Adamlar bıçak setine daha sert bir isim istiyorlarmış. Bunu yeniden değerlendirebileceğimi söyledim. Tabii ki tasarım daha öncelikli olduğu için içim rahat, isim konusu müzakere edilebilir. Hırçın papağanımın adını öneririm belki bu kez: İmbat! Böylece çizimleri yaparken hissettiğim duyguyu da kaybetmemiş olurum.

Eve vardığımda akşam olmak üzereydi. Mutfağa geçip tencereye sıcak su koydum. Marketten aldığım uzun makarnayı su kaynamaya başlayınca tencerenin içine boşalttım. Sıcak suyun etkisiyle makarna çubukları kendilerini salıp yılan gibi kıvrılmaya başladılar. Bir on dakika haşladıktan sonra makarnanın suyunu süzdüm. Salçalı bir sos hazırlayıp süzdüğüm makarnanın üzerine döktüm ve güzelce karıştırdım. Makarnayı salçasız yiyemem çünkü. Makarnayı dinlenmeye bırakıp İmbat’ın kafeslerinin bulunduğu salona geçtim.

İmbat, kafesin içerisine yayılmış televizyon seyrediyor. Bim’den aldığım karışık çerez paketini tabağına boşalttım. Ağzının içinde bir teşekkür edip çerezlere yumuldu. Canı bir şeye sıkılmış görünüyor ama konuşma havasında olmadığı da belli.

İmbat’ın salonda altı tane kafesi var. Yatma kafesi, spor kafesi, televizyon kafesi, bilgisayar kafesi, mutfak kafesi, misafir kafesi. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi her kafesin kendi işlevi var. Kafeslerinin kapısı her zaman açıktır. Benim evime de büyük kafes diyor. Bununla yedi kafesi olmuş oluyor. Balkon kapısına onun rahatça girip çıkabileceği bir kapı daha yaptırdım. Canı istediğinde büyük kafese de rahatça girip çıkabiliyor, misafirlerini getirebiliyor. Tasarım çalışmalarımın çoğunda bana yardımcı olur. Zeki bir kuştur ifadesi onun için pek yeterli değil. Kuş kadar beyni olanın hangimiz olduğunu düşünmeden edemiyorum çoğu zaman.

Makarnayı tabağa koyup masaya geçtim. Acıkmışım, iki tabak makarnayı mideye indirdim. Çay koyup imbatın yanına geçtim. Koltuğa uzandım. İmbat hâlâ televizyondan gözünü ayırmıyordu. Bu durgunluk hayra alamet değildi.

“Neyin var,” senin diye sordum. Başını bana doğru çevirdi. Geldiğimden beri ilk defa bana dik dik bakıyordu. Bakışlarından tedirgin olmamak elde değildi. “Bir kusurumuz mu oldu İmbat Reis!” dedim çünkü sessizlik daha ağır gelmişti. Cevap vermek yerine televizyonu kapatıp kafesten dışarı çıktı ve göğsüme kondu. Koltuğa uzandığım için beni tuş etmiş vaziyetteydi. Eğri gagasını buruma dayadı.

“Geçen gün çatıda bulduğum gramofonu tamirciye götürmedin,” dedi öfkeyle. “Bana bir müzik kafesi sözün vardı,” diye de ekledi. Nasıl da unutmuştum. Mazeretler sıralamaya hazırlanırken kanadıyla ağzımı kapattı. “Yarın ilk işin bunlar olacak,” dedi kesin bir dille. Başımı salladım, göğüs kafesimin içerisindeki kalbim dehşete kapılmış, çırpınıyordu. Tabi siz İmbat’la göz göze gelmenin ne demek olduğunu bilmediğiniz için bu halimi anlamakta zorluk çekebilirsiniz.

İmbat, asırlar boyunca büyük korsanlara eşlik etmiş haşmetli bir soydan geliyor. Gözlerinde o ölümcül ışıltıyı gördüğünüzde yapmanız gereken tek şey, susmak ve isteğini yerine getirmek.

Ertesi gün sabah kahvaltısından hemen sonra evden çıktım. Doğruca gramofonu tamirciye götürdüm. Ustaya ne istediğimi anlattım. Ses sorun değilse, dedi usta, gerisi kolay. İçim rahatladı. Oradan İmbat’ın önceki kafeslerini aldığım yere gittim. Ellerinde istediğime uygun bir kafes olduğunu söylediler. Bir de telefon çalıp bıçak işinin tamam olduğu haberi gelse dört dörtlük bir gün olacaktı. O telefon gelmedi.

Kafesi salonda İmbat’ın istediği yere yerleştirdim. O köşenin akustiği daha iyiymiş. Gramofon’u özenle içine yerleştirdik. Prizden uzatma kablosu kafese elektrik de çektim. Gramofonun üzerine bir plak yerleştirip çalıştırdım. İyi iş çıkarmıştım. İmbat’ta beni tebrik etti. Sonra uçup gramofonun dönen plağının üzerine kondu. Usul usul dönmeye başladı. İmbat’ın kulağında ıpod’un kulaklıkları vardı.




iz/Öykü Atölyesi

Hasan Kara’nın Kelimeleri: İmbat, Gramafon, Kafes, Dalga, Bıçak.


Görsel: Glennz

Çöl Gemileri


.'ya

Sabah ezanıyla uyandım. Odanın içerisini bir sıkma kokusu sarmış ki sormayın. Anam ne zaman kalkmış, ne zaman hamur yoğurmuş, ne zaman sıkma yapıp, kurmuş sofrayı bilmiyorum.

“Ana gece hiç yatmadın mı?” diyorum, gülüyor cevap vermiyor. Sonra “Çabuk ol,” diyor, “yatakta oyalanma. Baban birazdan gelir camiden. O gelene kadar hazır ol.”

Kalkıp giyiniyorum. Dışarı çıkıp tulumbadan su çekiyorum. Abdest alıyorum. İçeri girip sabah namazını kılıyorum. Sofraya geçip sıkmaları yemeye başlıyorum. Küflü peynir, sıkmanın içinde kendini salmış. Yedikçe, yiyesim geliyor.

Anam dışarıda, develeri yol için hazırlıyor. Babam da geliyor camiden. Avluda ikisi var. Sesleri geliyor. Babam her şeyi tekrar kontrol ediyor olmalı.

Dışarı çıkıp ikisinin de ellerinden öpüyorum. Hayır dualarını alıyorum. Yol açıklığı diliyorlar. Babam öğütlerini sıralıyor. Burun’un yularından tutup avlu kapısına yöneliyorum. Kapıdan dönüp geliyor, anama sarılıyorum. Bakmayın, öyle tek başıma beş deveyle yollara çıktığıma daha küçük bir çocuğum ben!

Yedi yaşından beri develerle tuz gönüne gidip geliyorum. Üç sene babamla gidip geldim. On bir yaşında tek başıma ilk seferime çıktım. Üç senedir de ayda iki kez tuz gölüne gidip geliyorum.

Bir saat kadar Burun’un yularından tutarak önde ilerliyorum. Ereğli iyice arkamda kalınca onu çökertip üzerine çıkıyorum. Asıl yolculuk buradan sonra başlıyor. Altı saat boyunca hiç durmadan ilerleyeceğim. Kuyulara varana dek durmak yok.

Burun da yolu benim kadar iyi biliyor. Neredeyse bir önceki seferde adımlarını nereye attıysa yine oraya atıyor. Gide gele kendi yolumuzu inşa etmiş gibiyiz. Burun çok akıllı bir hayvan, adı neden burun bilmiyorum. Adından belki burnu diğer develerin burnundan çok daha güzel geliyor bana.

Güneş yükselmeye başlayınca iyice sarınıp sarmalanıyorum. Bedeviler gibiyim. Buranın güneşi de Arabistan çöllerindeki güneşten pek farklı değil. Hatta aynısı! Onun için iyi korunmakta fayda var. Güneş çarparsa, çekilecek çilenin haddi hesabı olmuyor. Kusmaktan bitap düşmüştüm bir keresinde. Ateşlenmiş, eve yarı baygın ancak varabilmiştim. Bu sebeple bol bol su içiyorum. O kadar su içince de haliyle çişim geliyor. Çişimi, söylemesi ayıp, Burun’un üzerinde ayağa kalkıp yapıyorum.

Güneş tam tepemize çıktığında Kan Kuyularına ulaşıyoruz. İlk mola yerim Kan Kuyuları. Develeri çökertiyorum. Kuyudan su çekmeye başlıyorum. Kan Kuyuları ile ilgili bir sürü hikâye anlatılır.

Mesela, geceleri cinler burada toplanıp düğün yaparmış. Bu yüzden geceleri kuyulardan uzak durmak gerektiği söylenir. Kırmızı fenerler yakarmış cinler düğünlerinde ve fener sayısınca insan kurban ederlermiş. Kuyunun yanında boğazlanan kurbanların kurumuş kanlarını bulunurmuş sonraki günlerde.

Bir başka hikâyede ise şunlar anlatılır. Zamanında bu kuyular için iki köy savaşa tutuşmuş. Gençler birbirinin kırıp geçirmiş. Kuyuların içi kanla dolmuş ve çevresi kan gölüne dönmüş. Gençlerin anaları çok ah edip ağlamış, bu yüzden kuyuların suyu uzun yıllar kan kırmızısı gelmiş kovalara. İki köye de nasip olmamış kuyuların suyu.

Yalağı suyla iyice dolduruyorum. Üzerimdekileri çıkarıp yalağın içerisine yatıyorum. Öğle sıcağında bundan daha iyisi bulunmaz. Sudan çıktıktan sonra anamın koyduğu azık çantasını çıkarıyorum. Sabah sıktığı sıkmalardan koymuş bolca. Karnımı bir güzel doyuruyorum. Kuyunun suyu biraz ağır, bu yüzden kendi mataramdaki sudan içiyorum üzerine. Gidiş dönüş için yetecek kadar içme suyum var. Develer yalaktaki soyu son damlasına kadar sömürüyorlar, onların sudan yana bir şikayeti yok.

Güneş batıya bir miktar yatınca gemilerimle denize açılıyorum. Korkusuz bir kaptan olarak beş gemimle engin denizlerde korsan avına çıkıyorum. Bayraklarımı gören korsanlar kaçacak delik arıyor. Korkunç savaşlar veriyorum. Ama hiç gemi kaybetmiyorum. Tayfalarım cesur kaptanlarıyla gururlanıyorlar her daim.

Böyle hayaller kuruyorum yol boyu. Hayal kurmadan, kendi kendine konuşmadan, kendine hikayeler, destanlar, türküler söylemeden o kadar yol biter mi? Bitiyor! Bitiyor ama anlatınca, söyleyince daha güzel bitiyor.

Sesimde iş yok, türkü çığıracak olsam Burun başlıyor kafasını sallamaya. Arkadakiler de çirkin çirkin böğürüyorlar. Ya bana eşlik ediyorlar ya da susmam için yapıyorlar bunu. Sırf hareket olsun, diye yine de söylüyorum türkü. Bir canlılık geliyor yolculuğa. Üzerimizdeki ölü toprağı savrulup gidiyor.

Gece yarısı taş ağıllara varıyorum. Uzun zamandır geceleri burada konaklıyorum. Yazın ağılların dışında yatıp kalkıyorum ama kışın içeriye giriyorum. Tuhaf rutubet kokusu var burada. İçerisine ıslak tuz doldurulmuş, o da her yanına sinmiş gibi kokuyor. Belki de ağıl duvarlarındaki taşların özünde tuz vardır. Ben de o yüzden öyle bir koku alıyor olabilirim.

İçeri yattığımda hep bir tedirginlik oluyor üzerimde. Uykularım hep derin, gördüğüm rüyalar çok karmaşık oluyor. Çoğu zaman derin bir korkuyla uyanıyorum. Lakin dışarının sıcağı içime sinen, gönlüme çöreklenen rutubeti hemen kurutuyor. Çok ağır gelirse Burun’a sarılıyorum, geçiyor.

Taş ocağım her zamanki yerinde kurulu. Küçük bir ateş yakıyorum. Azığımı çıkarıp yiyorum. Anam dört günlük yolda, üç kişiye yetecek kadar yolluk koyar. "Yol hali, ne olacağı belli mi olur," der. Allah’tan o kadar yediğim halde kilo almıyorum. Giderken yata yata yediklerimi dönüşte yürüye yürüye eritiyorum; hayvanların üzerinde zaten yeterince yük oluyor, bir de beni taşımaları zulüm olur.

Minderimi açıp ateşin yanına uzanıyorum. Yıldızları seyrederek, bir düşten bir düşe geçiyor; rüyaların en can alıcı yerinde sıçrayıp uyanıyorum, böyle bir uyanıp bir uyuyarak sabahı ediyorum. Sabah ilk ışıklarıyla toparlanıp yola koyuluyorum. Ağılların içinde yatmasam bile üzerime sinen kokusu bir saat sonra kaybolup gidiyor. Burun’nun sırtındaki rahat yolculuğum akşama kadar sürüyor.

Yolculuk, birbirinin kopyası onlarca yolculuğumdan birine dönüyor. Buna şükrediyorum.

Güneş batarken tuz gölünün muazzam güzelliği ortaya çıkar. Sanki billurdan bir yol güneşe uzanıp gider. Ben de develerimin üzerinde güneşten sarayına giden bir sultan gibi ilerlediğimi düşünürüm. Tabii ki güneş batıyor. Sultanlık bitiyor. Bekiroğlu Köyü’nün ışıklarına doğru gidiyorum. Yüreğim kıpır kıpır!

Develeri doğruca Mehmet Ağa’nın evine sürüyorum. Burun yolu ezberinden gidiyor. Mehmet Ağa’nın avlusuna girince Ali karşılıyor beni. Mehmet Ağa’nın ben yaşlarındaki oğlu Ali. Babamla geldiğimiz zamanlarda Ali, ben ve Zehra hep oyun oynardık. Zehra, Ali’nin küçüğüydü. Onunla Ali’den daha iyi anlaşırdık. Yaşlarımız büyüdüğünden onu artık çok fazla göremiyorum.

Develeri Mehmet Ağa’nın avlusuna çöktürüyorum. Mehmet Ağa çıkıp geliyor yanımıza sonra, babamın selamını iletip elini öpüyorum Mehmet Ağa’nın. Hal hatırdan sonra misafir odasına geçiyoruz avlunun kenarındaki. Memleketten, yoldan konuşuyoruz. Sonra hep tuzdan konuşuyoruz, tuz, tuz…

Kapı vuruluyor. Zehra sofrayı getirmiş. Bir anlık kapıda görüyorum onu. Ali sofrayı alınca çekiliyor. Bulgur pilavı ve ayran, pilavı yufka ekmeğin üzerine seriyor Ali. Besmele çekip yiyoruz. Yemekten sonra beni odada bırakıp çıkıyorlar dinlenmem için. Çıkıp bir develere bakıyorum. Sonra tekrar odaya geçiyorum. Gece boyu neden bilmem Zehra’yı düşünüyorum. Yüreğim kıpır kıpır.

Sabah kahvaltıdan sonra develerle birlikte tuzluğa gidiyoruz. Mehmet Ağa’nın adamları gölden çıkardıkları tuzu burada kurutuyor. Öbeklerden birini beğeniyorum, beğendiğimden dolduruyoruz tuzu torbalara. Develere yüklüyoruz. Hasan adlı adamlarıyla Ali yardım ediyor bana. Bir saate kalmadan işimiz bitiyor.

Biz çalışırken gelen birkaç adamla sohbet ediyor gölgelikte Mehmet Ağa. Ayrılmadan önce yanına varıyorum, elini öpüyorum. Adamlara selam veriyorum. Takım elbiseli adamlar, önemli kişilere benziyorlar. Yanlarından ayrılınca Ali’ye kim olduklarını soruyorum. "Göldeki tuzu devlet, artık trenlerle başka şehirlere taşıyacakmış. Bu adamlar da mühendismiş. Rayların geçeceği yerleri inceliyorlar birkaç gündür," diye anlatıyor Ali. Mehmet Ağa trenlerin işlerine bir faydası olup olmayacağını anlamaya çalışıyormuş. Hayırlısı olsun, dedim.

Ali beni tuzluğun çıkışına kadar yolcu ediyor.

Burun’un yularından tutup tekrar yola koyuluyorum. Köyün yanından geçerken Mehmet Ağa’nın uzaktaki evine doğru bakıyorum. Evin kapısında biri var. Tam seçemiyorum, mesafe uzak ama Zehra olmalı, gönlüm Zehra ile dolup taşıyor.

Bekiroğlu Köyü’nden denize açılıyorum. Büyük ve zengin bir tüccarım ben, gemilerim tuz yüklü...





İz/Öykü Atölyesi

.’nın [@ne_teli_incit] Anahtar Kelimeleri: Gemi, Rutubet, Kan, Burun, Tren

Fotoğraf: Jehuda.nl

Sarmaşık Gülleri Çiçekçilik


Kübra Çakır’a (Makber Gülü)

Mandıranın kapısında kötü bir sürpriz bekliyordu beni. Bugüne kadar hiçbir iyi, sürpriz yapmamıştı zira. Parmağımı, parmak izi okuyucuya koyduğumda beni tanımadı. Beni tanımadığı için içeri giremedim. Önceki tecrübelerimden biliyorum ki bu işten çıkarıldığımın nazikçe bildirilmesiydi.

İdari bölümde, masalardaki çayların taze dumanları göğe ulaşmaya çalışıyordu. Ben kapıdan içeri girince herkesin gözü bana kaydı. Telepatik olarak anladım ki hepsi bana, “Olay çıkarma, sabah keyfimizi bozma, muhasebeye uğra, evraklarını imzala ve defol git!” diyordu. Beni tanımış olsalardı böyle gerilmek zorunda kalmazlardı. Ben, tepki göstermemeyi bir tepki biçimi olarak benimsemiş bir insanım.

Muhasebecinin odasına girdim. Masasının yanındaki sandalyeye oturdum. “Son bir çayınızı içerim,” dedim. Muhasebeci telefona uzanıp bir çay söyledi. Çaylar gelene kadar tek kelime etmedik. Muhasebeci önündeki kâğıt deryasından bir deste kâğıt çıkarıp imzalamamı istedi. Gösterdiği yerleri büyük bir uysallıkla imzalamam muhasebeciyi hem sevindirmiş hem de bana acımasına sebep olmuştu. Acımasının ikimize de bir yararı yoktu.

Çayımı içip muhasebeciye teşekkür ettikten sonra odadan ayrıldım. İşten atılmamın iyi sonuçları olabileceğini düşünerek binadan dışarı çıktım. Bir sigara yaktım. Burada işe girdikten sonra, süt ve süt ürünleri yiyip içemez olmuştum. Kimseye de yemelerini tavsiye edemiyordum. Bilmemenin hikmeti işte, bilince bazı şeyler boğazdan geçmiyor.

Neyse, imzaladığım kâğıtlar arasında sessizlik sözleşmesi de bulunduğu için şirkete zarar verecek herhangi bir açıklamanın doğuracağı zararı benim tanzim etmem gerekiyor. Şirketin bu politikasını saygıyla karşılıyorum. Bunu hatırımdan çıkarmamam gerektiğini kendime düzenli olarak hatırlatmaya karar veriyorum. Bu konuda konuşan iç sesimi de susturuyorum.

Şehir merkezine iniyorum. Belediyenin önünde yine eylem var. Seçim sonrası işten çıkarılan işçilerin doksan sekizinci gününü dolduran hak arama mücadeleleri! Mücadelelerini takdirle karşılıyorum. Hepimiz biliyoruz ki onlar işe girdiklerinde de birileri dışarı atılmıştı ve onlarda günlerce burada eylem yapmışlardı. Şimdi bu atılanların yerine de içeride çoktan üçüncü aylıkları almış işçiler çalışıyordu. Eylemin eylem yapmaktan başka bir anlamı yoktu. Hak da haksızlığın içinde can çekişiyor olmalıydı.

Bir süre orada durup eylemi izledim. Eylemcilerin yüzündeki umutsuzluğu bulunduğum yerden rahatça görebiliyordum. İlk günler alanı dolduran kalabalıktan şimdi bir avuç insan kalmıştı. Onlarında direnci bir süre sonra kırılacaktı. Birbirlerine sırtlarını dayamışlardı ve birer birer azalıyorlardı. Bazıları kendilerine olan saygılarından burada duruyor olmalıydı.

Karnım acıkmıştı. Önceleri de işten atılmış biri olarak tecrübe sahibiydim. Elimdeki parayı çarçur etmemeliydim. Bol bol dua etmeli ve âmin demeliydim bu süreçte.

Eylemcileri ardımda bırakıp Ulucami’ye gittim. Şadırvanda abdest aldım. Abdest almaya başlamadan önce yanımdaki hacı amcanın abdest alışını izledim. Değişen bir şey yoktu. Abdest hâlâ hatırladığım gibi alınıyordu şadırvanda. Tek unuttuğum şey, terlik almak oldu. Islak ayağıma çorap giymekten hiç hazzetmiyordum. Bir süre bekledikten sonra çoraplarımı giydim. Camiye girmeden önce tabelalardaki cenazelerin kimler olduğuna baktım. Benim yaşlarımda bir cenazede karar kıldım. Sonra içeri girdim. İçerisi serindi. Bir direğe sırtımı dayayıp oturdum. Düşünecek çok şey vardı ama hiçbir şey düşünmedim. Düşüncelerim bu mekanla olan bağıma saygı duymuyordu.

Ezan okundu. Öğle namazı kalabalık bir cemaatle kılındı. Namazdan sonra avluda bekleyen üç cenaze için cenaze namazı kılındı. Ben namaza başlamadan önce belirlediğim cenazenin ardında saf tuttum. Hakkımı helal ettim. Sonra bir daha ve bir daha!

Cenazeyle birlikte mezarlığa kadar gittim. Mezarı onu bekliyordu. Birkaç yakın akrabası, ikisi kardeşi olmalı, mevtayı mezara indirdiler. İlk kürek toprağın ardından saniyeler içerisinde mezar dolduruldu. İnsanlar, onu gömmek için birbiriyle yarıştılar. Çünkü geri dönmeleri gereken bir hayatları var! Ben bu kısımda biraz dışarıda kaldım. Gözlemci sıfatıyla bulunuyordum zira cenazede.

Cenazenin ardından beklediğim açıklama geldi. Cenaze yemeğimiz Camikebir Mahallesi’ndeki evimizde verilecektir. Herkes buyursun gelsin!

Herkesin içine ben de dâhil oldum. Cenaze evine gittiğini tahmin ettiğim bir arabaya “müsait mi?” diye sorup bindim. Arabanın camından dışarıyı seyrederek eve geldim. Yanımdakilerle konuşmadım, onlar da bir yabancının yanında konuşmadılar, hepimiz hüzünlüymüş gibi yaptık. Belediyenin taziye çadırı kurulmuştu. Masalar dizilmiş, üzeri kâğıtlanmış, ayranlar konulmuştu. Servisin ilk başlayacağı taraftan bir masaya oturdum. Bu esnada hocalardan birisi Kur’an okuyup, dua etti. Dua bitince herkesle birlikte “Amin!” dedim.

Etliekmekler geldi. Önce usul usul isteksizce yiyor gibi yapacaksınız, sonradan açılabilirsiniz, hatta limon bile isteyebilirsiniz, herkes kendini yemenin coşkusuna kaptırdığında bende öyle yaptım. Limonsuz yiyemiyordum çünkü. Ayranımı yanımdaki hacı amcaya verdim. Malum sebepten şimdilik içemiyordum ayranı! Böreklerde malzemeden kaçılmamıştı. İyi bir fırın tercih edilmişti. Etliekmek boldu; ikinci, hatta üçüncü kez masalara börek gelmişti. Karnımı iyice doyurdum. Semaverdeki çaydan aldım. Hüzünlü yüzümle bir köşeye çekilip çayımı içtim.

Böyle yerlerde kulak misafiri olmak çok faydalıdır. Biri size bir şey sorarsa misafirlikte öğrendiğiniz şeyler sizi kurtarabilir. Bu misafirlik beni işsizlikten kurtardı. Yanımdaki adamlardan biri, rahmetlinin patronuydu. Rahmetlinin ani ölümü, acilen yerine birinin bulunmasını gerektiriyordu.

Burada konuya girmem hoş olmazdı. İçimden saya saya saygılı olmayı öğrenmiştim. Bekledim. Adamları takip ettim. Ne iş yaptıklarını öğrenmem çok zor olmadı. Bindikleri aracın üzerinde Sarmaşık Gülleri Çiçekçilik yazıyordu. Bir başka kulak misafirliğinde rahmetlinin çiçekçide çalıştığını öğrenmiştim.

Çiçekçinin yerini tahminen biliyordum. Bir saat sonra çiçekçideydim. Büyük bir seraları vardı. İçeride birkaç kadın ve adam çiçeklerin arasında dolanıp duruyorlardı. Biri, içeri giren müşterilerle ilgileniyordu. Peyzaj işi yapıyorlardı ve iyi kazanıyorlardı sanırım. Patron, beni bir yerden gözünün ısırdığından ama çıkaramadığından söz etti. Ben de yeni elemanları olacaksam bunda sonra gözleriyle istedikleri kadar ısırabileceklerini söylemedim tabii ki!

Formaliteden soruların en can alıcısı, bu işte bir tecrübemin olup olmadığıydı. Serayı gösterdim ve rahmetli annemin çiçekleri çok sevdiğini, abartma olmazsa evimizde de zamanında seradaki kadar çiçeğin bulunduğunu söyledim.

Annemin bana işkence olsun diye odanın içinde dört dolanmış olan sarmaşığın yapraklarını tek tek sildirdiğinden, gece rüyalarıma giren sarmaşığın beni boğmaya çalıştığından, köküne kibrit suyu dökmek deyiminden yola çıkarak, sarmaşığın köküne çamaşır suyu döküp onu kuruttuğumdan hiç söz etmedim.

Güzel şeylerden bahsettim, karanfillerden, güllerden, zambaklardan… Yeni işime de işte böyle başladım.





İz/Öykü Atölyesi

Kübra Çakır’ın Anahtar Kelimeleri: Sarmaşık, Hikmet, Haksızlık, Hatır, Saygı…

Fotoğraf: trkn1980

Kaçış Planı



merkül'e

Hayatımda hiç okumadığım ya da okumayacağım kitaplara tanıtım yazıları yazarak geçiniyorum. Okuduklarıma yazarak geçinmem takdir edersiniz ki pek mümkün değil! Kitaplar tek tek yahut koliyle geliyor. Hakkında yazı yazılacak kitapların künye bilgilerini alıyorum ilk iş olarak, sonra arka kapak yazısını, kitap satış sitelerinde varsa kitap hakkındaki yorumları bir kenara not ediyorum. Bazen de kitabın sayfaları üzerinden kuş uçuşu geçiyorum. Gözüme takılan paragrafların üzerine konup göçüyorum.

Kitapla ilgili yazıyı hızla yazıyorum. Yılların tecrübesi mi bilmem artık, güzel bir yazı ortaya çıkıyor. Bir şey güzelse çoğunlukla kimse doğru olmasına bakmıyor, kitapların yazarları bile! Yeter ki bir yerlerde kitapları hakkında bir şeyler söylensin, reklamın iyisi kötüsü olmaz, diye düşünüyor olmalılar.

Editörlerim de durumdan çok memnun, yazdıklarım hakkında söyleyecek bir şeyleri çoğunlukla olmuyor. İşin takvim tarihinden önce teslim edilmesi onları mutlu etmeye yetiyor da artıyor. Bu beni de mutlu ediyor, banka hesabıma düzenli olarak bir şeyler yatırılıyor.

Buna rağmen entelektüel camiada hiç tanınmıyorum. Davetlere gitmiyorum. Konferans vermiyorum. Gizemli havam, işlerimi daha da artırıyor işin aslı. Adımdan başka entelektüel camiada e-posta adresim ve banka hesap numaram biliniyor.

Beni tanıyanlar da yanlış tanıyor. Karşıdaki bakkal beni mirasyedinin teki olarak tanıyor. İki sokak aşağıdaki manav ajan olduğumdan şüpheleniyor. Ev sahibim internetten dolandırıcılıkla geçindiğimi sanıyor, ev kirasını düzenli ödediğim için beni polise şikâyet etmeyi aklından bile geçirmiyor. Gerçeği kapıcımız biliyor ama o da hikâye anlatmayı sevdiğinden herkes hakkında herkese gerçek dışı hayat hikâyeleri anlatıyor. O mu beni, ben mi onu daha çok etkiliyorum bundan hiç emin değilim.

Kapıcı istediğim ekmek, çay ve domatesi vermek için zile basıyor. Kapıyı açıyorum. Poşeti uzatıyor. Sigaraya yine zam gelmiş, diyor. Ben sigara içmiyorum ki, diyorum. Sigara içmediğini biliyorum, diyor, içseydin açlıktan nefesin sigara kokardı, diye sanırım bir espri yapıyor. Kapıyı yüzüne kapatıyorum. Zira kapatmadığım sürece gitmeyeceğini yılların tecrübesiyle biliyorum.

İçeri döndüğümde e-posta kutumun ışığı yanıp sönüyor. Hemen tıklıyorum, e-posta demek, ekmek demek. Bir yayınevinin editörü, İstanbul şehir rehberi hazırladıklarını ve Galata Kulesi bölümünü yazıp yazamayacağımı soruyor. Bu da sorulur mu tabii ki yazarım. Hayatım boyunca Galata Kulesi'ni görmemiş olsam bile, İstanbul şehrini hiç sevmesem dahi onun hakkında güzel şeyler yazmayı becerebilirim.

e-postaya cevap yazıyorum. Editör, ayrıntıları gönderen bir e-posta daha gönderiyor. Dosya da bir sürü fotoğraf var. Bu iş bu kadar işte! Kahvaltıdan sonra yazmaya başlayabilirim ama iki kitabın tanıtım yazısı var. Öncelikle onları tamamlamalıyım.

Kahvaltımı yaparken bir yandan da tabletten galata kulesiyle ilgili ıvır zıvır bilgilere bakıyorum. Kuleye giriş 15 lira, bir bardak çay 6 lira… Küçük bir hesapla kulenin yıllık getirisini kabaca hesaplıyorum. İnsanın şu hayatta dikili bir kulesi olsa sırtı yere gelmez. Kulenin ve kuleden çekilmiş İstanbul fotoğraflarına bakıyorum. Benim için bir yere fotoğrafından bakmakla gidip bakmak arasında hiç fark yok. İkisinde de aynı şeyleri hissediyorum.

Kahvaltıdan sonra oturup iki kitabın tanıtım yazısını yazıyorum. Yazıda emek olarak hiçbir şeyden, kitapları okumak dışında, kaçınmıyorum. Tekrar okumaları, düzeltmeler… İki yazıyı beş saatte tamamlayıp e-posta ile isteyen dergilere gönderiyorum.

Kendimi ödüllendirmek için artık dışarı çıkıp yarım saat bisiklet sürebilirim. Ya da çocukluk aşkımın yolunu gözleyebilirim. Üzerimi değişip aşağı iniyorum. Bisikletin tekeri patlamış. Sorun değil bu, hâlâ yürüyebiliyorum. Yunus Emre parkına kadar yürüyorum. Parktaki banklardan birine oturuyorum. Masalardan uzak duruyorum. Zira masalar park işletmesine ait ve oturduğun anda bir bardak leş gibi bir çay önüne konuyor, içsen de içmesen de 1,5 lira. Cimri değilim, para harcamayı bilmiyorum sadece.

Bu sırada yanıma pusetli genç bir bayan gelip oturuyor. Yorulmuş, pusetin çantasından bir şişe İvriz su çıkarıp kana kana içiyor. Suyunu içip derin bir nefes aldıktan sonra bana dönüyor. Akıllı bir adama benziyorsun, diyor. Hayır değilim, dememi beklemeden devam ediyor. Bu bebekten kurtulmam gerekiyor. Ama sabahtan beri onu nereye bırakacağımı bulamadım. Her yerde güvenlik kamerası var. Bıraksam bile benim bıraktığımı hemen anlarlar, diyor.

Onu dikkatlice dinliyorum.

Derin derin soluk alıp veriyor. Şimdi bana bu bebekten kurtulmanın bir yolunu söyleyeceksin ve ardından iz bırakmadan ortadan kaybolmam için bana bir kaçış planı hazırlayacaksın.

Ona itiraz etmek içimden gelmiyor.

Cami avlusu olmaz, diyorum. Artık eskisi gibi değil oralar… Alışveriş merkezine bırakmakla arada bir fark yok! Nereye bırakırsan bırak, bebeğin gideceği yer, çocuk esirgeme kurumu. Buraya bile bıraksan öyle, diyorum. Telefonumdan polisi arar ve çocuğu onlara teslim ederim. Onlar da çocuk esirgemeye teslim ederler. Çocuğu en çok esirgeyeceğimiz yere kendi ellerimizle teslim etmiş oluruz.

Buna gönlüm razı olamazdı. Ne de olsa vicdan sahibi bir insanım, ve vicdanım işine geldiğinde çok pragmatik olabiliyor. Bebek, pusetin içinde sessiz sakin bizden çıkacak kararı bekliyordu.

Bebeği ben alabilirim, dedim. Genç kadın buna çok sevindi. Gözleri parladı. Boynuma sarılacak oldu ama onu engelledim. Bir şartla dedim, çocuğa bakmaya devam edeceksiniz. Bir anda gözündeki parıltı derinlere doğru kayboldu. Bu nasıl olacak, dedi gözlerindeki ışık titremeye başlamıştı.

Hanımefendi bebeği ben alabilirim, ama ona bakamam; bu yüzden ona bakacak birisine ihtiyacım var. Ona bakabilecek en uygun kişi de sizsiniz. İsterseniz benimle de evlenebilirsiz. Şu an medeni durumum buna müsait, tabii ki sizinki de uygunsa!

Genç kadın, pusetin kulpunu yakalayıp ayağa kalktı. Bana söyleyecek çok sözü varmış gibi geldi ama hiçbir şey söylemeden, burnundan soluyarak, kaçar gibi yanımdan uzaklaştı. Arkasından seslendim, yarın da buradayım.

Durdu. Sen iyice kafayı yedin, dedi. Adam gibi evlenme teklif etseydin, kabul etmek için bir an bile tereddüt etmezdim, ama sen... cümlenin geri kalanının duymadım. Öfkesini kısık sesle etrafa saçarak uzaklaştı. Öfkesini saçtığına göre rahatlamış olmalıydı.

Genç bayan benim çocukluk aşkım olur, karşılaşmamız da tesadüf değil. Her gün bu saatlerde bir bahaneyle evden çıkıp buraya geliyor, ben de onu burada bekliyorum. Birbirimize olan sevgimizi normal insanlar gibi gösterseydik, yeğeni yerine kendi çocuğumuz üzerine safsatalar üretiyor olabilirdik.

Parktan çıkıp eve dönüyorum. Yoldaki bir dürümcüden tavuk dürüm ve ayran alıyorum. Ne de olsa ben, tavuk dürüm yiyen ayran içen bir adamım!



İz/Öykü Atölyesi

Merkül’ün Anahtar Kelimeleri: Entelektüel, Galata, Çay, Bebek, Kaçış

Kuyu


Divitdâr'a

Bir sürgünün her günkü süreği olarak kaleye gidiyorum. Çavuşun beni çağırmasını odasının önünde bekliyorum. Yapacak çok fazla işim olmadığı için çavuş beni görene dek kapısının önündeki taburede oturuyorum.

Çavuş beni odasına çağırdığında selam verip yanına giriyorum. Defteri açıp, adımı buluyor. İmza atacağım yeri işaret ediyor. Diviti mürekkebe daldırıp imzamı atıyorum. Çavuş imzama hayranlıkla bakıyor her seferinde. Bu kadar güzel bir imza atan başka bir sürgünüm hiç olmadı, diyerek iltifatta bulunuyor.

Hiç kelimesi içimi dağlıyor. Çünkü bu sivrisinek yatağına sürgün olmamın sebebi, koca bir hiç!

Hattatım ben!

Hattattım, daha doğrusu! Az daha kelleyi cellâda temsil edecektim bu yüzden. Artık yazmaya hevesim yok ama olsa ne olacak, padişah fermanı ortadayken insanda heves falan kalmıyor.

Padişah efendimizin emriyle bir levha yazmam istendi. Yüklüce de bir ücret aldım. Levhayı tamamlayıp teslim ettikten birkaç gün sonra evime askerler gelip beni kadı’nın önüne çıkardılar. Yazdığım levhadaki “hiç” padişah efendimizi derin bir kedere sürüklemiş. Hattı çok girift bulmuş, oysa zaten tarzı buydu! Padişahımızın duru gönlü bulanmış, bulandıkça inkisara düşmüş, gücenmiş bana, sanırım. Gönlü huzur bulunca yüce padişahımız, ilk işi idam fermanımı çıkarmak olmuş.

Niye gücendiğini hiç anlamadım padişah efendimizin ama kadı efendi anlamış olmalıydı! Bana acıdı mı bilmem, üç gün hücrede kaldıktan sonra kadı efendi fermana şerh düşüp kendi ikbalini de tehlikeye atarak idamıma onay vermedi! On beş yıl sürgünlük ile ömür boyu yazı yazmamı yasaklayıp beni tez elden şehirden çıkarmaları için askerlere teslim etti.

Düzen böyle bir şeydi sanırım ve benim aklıma da bir düzenbazlık gelmiyordu. Zaten öyle bir adam da değildim. Ne söyleniyorsa yaptım. Kellemi vuracak olsalardı ona da razı olurdum.

Evime gidip eşyalarımı topladım. Hanımım yanı başımda gözyaşları döküyordu. Padişahın son iş için verdiği akçeler bizi uzunca bir süre idare ederdi. Karım sürgün edilenin ben olduğumu, kendisinin payitahttan ayrılmayacağını söyledi. Bu kellemin vurulmasından daha ağır geldi, yalan yok! Boşandık böylece.

Askerler beni cellâttan kurtarmak için acele ediyor gibiydiler. Altı at, üçü yedek, sabaha doğru şehri terk ettik. Sekizinci gün, öğle vakti sivrisinek cennetindeydik. Doğruca kaleye çıktık. Askerler kale kumandanına beni teslim edip tekrar yola koyuldular, yoldaşlığımdan pek memnun olmamışlardı.

Kalenin ortasında öylece kalakaldım bir başıma. Halime acıyan bir asker, kalenin ortasındaki kuyudan su çekip verdi. Bu o kuyudan içtiğim ilk suydu ama son olamayacaktı. Asker bu kuyu Yusuf’un kardeşleri tarafından atıldığı kuyudur, dedi. Askerin de aklını sivrisinekler yemiş olmalıydı. Gülümsedim, benim adım da Yusuf, dedim.


O günden beri imzamı atmak için kaleye her çıktığımda kuyuya gidip su çekiyorum. Duru, içimi yumuşak bir suyu var kuyunun. İçtikçe içime huzur doluyor. Eşime duyduğum kırgınlık, bu suyun sayesinde geçiyor, ona beddua yerine hayır dua ediyorum. Suyun etkisi birkaç gün sürüyor.

Kasabaya döndüğümde alacak bir şey varsa alıp eve çekiliyorum. Her günüm bir önceki günümün tekrarından ibaret. Pek öyle ortalıklarda görünmüyorum. Çavuş’un talimatı var.


Bir sabah kervanın geldiği haberi tüm kasabayı hareketlendirdi. Çok sık uğramazdı bu taraflara, eşkıya korkusundan sanırım. Evden çıkıp ben de kervanın konakladığı hana vardım. Tanıdık bir yüz görür müyüm diye bakınıyordum etrafa. Tanıdık kimseyle karşılaşmadım. Bir köşeye oturdum. Kervanla gelen bir grup, hancıyla muhabbet ediyordu. Ben de tecessüs ile onları dinliyordum.

Beni affedip buraya gönderen kadı efendinin, şeyhülislamlık makamına çıktığını böylece öğrendim. Kadı efendinin demek ki padişah hazretleri üzerindeki etkisi büyüktü. Payitahttan gelen havadislerin çoğu bildik şeylerden öteye gitmiyordu. İki vezir idam edilmiş, bir şehzade boğdurulmuştu. Padişah sürgün bir hattatın dul eşini şeyhülislam hazretlerine eş olarak seçmişti. Yakında yine bir sefer vardı ama nereye olduğu belli değildi.

Kervan pazarı kurulunca satıcılar arasında dolaşıp ihtiyacım olan birkaç şey aldım. Kâğıt, kalem ve mürekkep satanlardan uzak durmaya çalışıyordum. Gönül çekiyor işte, dayanamayıp o tarafa da şöyle bir dolandım. Üç dört tezgâh açılmıştı. Satıcılardan birini tanıyordum. Payitahtta kendisinden alışveriş ettiğim bir tüccarın yanında çalışırdı evvelce.

Beni görünce hemen tanıdı. Sarıldık birbirimize, payitahtın içini bulandırdığını, kervana katılıp bir süre oradan uzak kalmak istediğini söyledi. Benim başıma gelenlerin de bunda çok etkisi olduğunu özellikle belirtti. Belirttiğine pişman olduğu yüzünden belliydi ama boş bulunmuştu işte, hemen her şey yolunda maskesini taktı yüzüne, esnaf adam ne de olsa!

Çokça şey anlattı. Bu kadar çok şey anlatınca, anlatmak isteyip de anlatamadığı, bir şeyleri sakladığı hissi bende daha da bir arttı.

O anlatmaktan korkuyordu, ben de onun anlatmaktan korktuğu şeyi duymaktan. Kaç zamandır duru bir su gibiydim, bulanmaktan korktum. Daha fazla pazarda durmanın bir anlamı yoktu. Vedalaşıp yanından ayrıldım. Bir daha hiçbir kervanın yanına uğramadım.

Sürgünlüğümde kendime, kendi halimde bir düzen kurdum. Kendi halimden pek memnun olmasam da kurmuş olduğum düzenden memnundum. Bir şeylerin bu düzeni bozmasını da istemiyordum.

İstemediğim şey ertesi gün kaleye çıkarken başıma geldi. Birkaç korsan gemisi kasabaya saldırdı. Benim de içinde bulunduğum esirleri gemilerine götürüp küreklere zincirlediler. Yolumuz uzun asılın küreklere, diye bağırıyor, davullar vuruyordu durmadan.

Gemiler nereye mi gidiyordu? Bana ehramları göstermeye!




İz/Öykü Atölyesi

Divitdâr’ın Anahtar Kelimeleri: Girift, İnkisar, Duru, Etki, Düzen.

Dönüşüm


Rukiye Canbolat'a

Bir sabah uyandığımda kendimi bir kaplumbağaya dönüşmüş olarak buldum.

Hikâyemi böyle anlatmaya başlamak isterdim ama böyle olmadı ne yazık ki. Kendime geldiğimde bir kaplumbağaya dönüşmüştüm. Gökdelenin dibinde sırt üstü yatıyordum. Ve hayattaydım.

Küçük bir geri dönüş yapayım. Saati tam olarak bilmiyorum. Kaplumbağa içgüdülerim üç saattir burada yattığımı söylüyor. Üç saat önce salcano siyah şehir bisikletime binmiş Kazım Karabekir Caddesinde ilerliyordum. Caddenin sonundaki kavşağın köşesinde, sekiz on yıl önce inşa edildiğinde şehrin en yüksek katlı binası olacağı iddiasıyla yapılan, böylece daha inşaatı sırasında tüm dairelerini satıp müteahhidini zengin eden binanın önüne geldim: Gökdelen Apartmanı.

Bisikletimi çalınma tehlikesine karşı her zaman kilitlerdim. Bundan sonra bir daha bisiklete binmeyeceğim için çalınması bir sorun olmazdı. Bisikleti öylece yolun kenarına bırakıp kapının açılması için zillerden bazılarına gelişigüzel bastım. Kapı otomatiğinin açılmasını beklerken bahçenin içerisinde usul usul giden kaplumbağayı gördüm. Yanına varıp sert kabuğunu okşadım. O an, kaplumbağa olmak nasıl bir şey olurdu acaba, diye aklımdan geçirdim.

Aklıma tüküreyim!

Tükürme işi tabii ki sonraya kaldı. Diyafondan gelen cızırtılı sese koştum. “Kim o?” Sorusuna verebileceğim en doğru cevabı verdim. “Ben!”

Bu cevabım yeterince tatmin edici bulunmuş olmalı ki kapı “tak” diye açıldı. İçeri girdim. İlk defa kendimden bu kadar emin hareket ediyordum. Asansöre vardım. Çağırma düğmesine bastım. Asansör zemin kata geldiğinde içerisinden çıkan kişilere selam verdim. Asansöre girip en yüksek katın numarasına bastım. Asansör hızla beni yukarı çıkarıyor, bunun için yer çekimine karşı geliyordu. Asansörün bu direnişini takdir etmekle birlikte birazdan yer çekimi ile yapacağım işbirliğinden haberi yoktu.

Son kata çıktığımda, sanki, her gün o kata çıkıyormuşum gibi rahat bir şekilde hareket ettim. Çatıya çıkacak olan kapağın altında durdum. Merdivene ihtiyacım vardı. Ve merdiven de diğer köşede beni bekliyordu. Çatıya çıktım. İçerisi berbat bir haldeydi. Birkaç ton güvercin gübresi çıkardı buradan. Sıcaktan boğulmak üzere olduğum sırada gökyüzüne açılan kapağı bulup dışarı çıktım. Gökyüzü hala göklerdeydi ve gökdelen hiçbir şeyi delememişti.

Rüzgârda dengemi kaybeder gibi oldum. Ama niyetimi hatırlayınca bunun bir sorun olması beklenemezdi. Ayağa kalktım, çatının üzerinde dolaşmaya başladım. Güzel ilçemi bu yükseklikten temaşa etmekte hoştu. Bu kadar hoşluk yeterdi.

Çatının köşesinden ayaklarımı sarkıtıp kendime karşı işleyeceğim cinayeti bir şova dönüştürmek istedim ama sonra eylemi gerçekleştirdiğimde kameraların bunu kayıt altına alıp acılı aileme durmadan göstereceklerini düşünerek vazgeçtim.

Kendimi köşeden aşağıya bıraktım.

Kendime geldiğimde bir kaplumbağaya dönüşmüştüm. Gökdelenin dibinde sırt üstü yatıyordum. Binaya girmeye çalıştığım sırada ettiğim dua kabul olmuştu ya da benim söylediklerimi işiten kaplumbağanın bedduası tutmuştu. Artık hangisi oldu bilmiyorum ama gökdelenin dibinde sırt üstü yatan bir kaplumbağaydım. Kaplumbağa olmanın ilk zorlu sınavıyla karşı karşıya idim ayrıca. Dönemiyordum.

Ninja kaplumbağaya falan dönüşsem iyiydi. Bildiğiniz altı yedi kiloluk bir kara kaplumbağasına dönüşmüştüm. Tüm çabama rağmen dönmeyi bir türlü beceremiyordum. Bir saat kadar o halde debelenmeye devam ettim. Ta ki bahçeye giren çocuklar beni fark edene kadar. Büyük birileri olsa bu kadar tedirgin olmazdım. İnsan evlatları, çok acımasız olabiliyorlar. Bir kaplumbağaya yapmayacakları iğrençlik yok. Bu yüzden kaplumbağa yerine kirpiye dönüşseydim şu an daha mutlu olurdum. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Çocuklar kaplumbağadan korkuyorlardı ve ellerine geçirdikleri bir sopayla beni çevirdiler. Artık kaplumbağa ayaklarımın üzerindeydim. Kabuğumun içine çekilip lüks karavanımda biraz dinlenmeyi umut ettim ama ne mümkün. Kafamla ayaklarımı sığıştıracak kadar daracık bir yer. Hiç böyle beklemiyordum.

Bütün umudum ölümümdeydi onu da becerememiştim. Bir kaplumbağa olarak hayatımı da sürdürmeye hiç niyetim yoktu. Süper bir güce de sahip olamamıştım. Her şeyi yavaşlatmak gibi bir gücüm olmasını isterdim insan olduğum zamanlarda. Oysa şimdi dünyanın en yavaş mahlûklarından birine dönüşmüştüm.

Kafamı usulca dışarı çıkardım. Çınar ağacının dalları arasından vuran güneş tam yüzüme geliyordu. Birkaç adım attım. Kafam gölgeye gelince durdum. Etrafın iyice baktım. İnsan olduğum zamanlardan biliyordum burayı. Ana yola çıkıp bir kamyonun beni ezmesini beklemeliydim. Usul usul ilerlemeye başladım. Biraz önce beni çeviren çocuklar, yanlarında birkaç çocukla birlikte tekrar göründüler. Hemen kendimi yine içeri çektim. İçgüdüsel bir hareket olmalı bu!

Çocuklar başımda durmuş yapacakları şey konusunda tartışıyor gibi yapıyorlardı. Oysa buraya gelirken çoktan ne yapacaklarına karar vermişlerdi. Bir sepet bulup beni içine koydular. Sepetin deliklerinden olanı biteni çözmeye çalışıyordum. Umarım bu caniler beni pişirmez diye geçirdim içimden.

Doğrudan apartmana girdik. Asansörde bir süre yükseldik. Çocuklardan biri dairelerden birinin kapısını açtı. Hep beraber içeri girdik. Balkona çıktık. Beni sepetin içerisinden çıkardılar. Çocuklardan sarı suratlı, gözleri fıldır fıldır döneni, balkonu ve balkonun köşesindeki kutuyu göstererek yeni evimin burası olduğunu söyledi.

Kız çocuğu elinde birkaç marul yaprağı ile geldi. Yaprakları önüme attı. Ben hiç marul sevmezdim oysa et severdim ben, et! Gözlerimden yaşlar akmaya başladı.

O balkonda ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Kaçma teşebbüslerimin hepsi başarısızlıkla sonuçlandı. Çocukların üzerimde denedikleri şeylerin haddi hesabı yoktu. İğrençlikleri anlatmayacağım burada. Bazı geceler üzerime bir mum koyup dolaştırıyorlardı. Sprey boya ile kabuğumu çeşitli renklere boyayıp duruyor, üzerime yazılar yazıyorlardı.

Aylarca kapalı kaldım o balkonda. İlk zamanlardaki hevesleri geçince daha az uğrar oldular yanıma.

Bir gün balkona bir ayna getirip bana kaplumbağa halimi gösterdiler. Kabuğumu sprey boya ile siyaha boyamış ve üzerime “fury” diye bir kelime yazmışlardı. Sarı suratlıya o kadar öfkeliydim ki aynayla uğraşırken parmağını yakaladım. Çocuk parmağını kurtardığında ağzımda kanın tadı vardı. Çocuk çığlık atarak ayağa kalktı ve bana bir tekme attı. Bu kez de ayağı acımıştı. Ağlayarak içeri kaçtı. Diğerleri de onu takip ettiler. Balkonda yalnız kaldım. Sanırım gıyabımda beni mahkeme edip açlığa mahkûm ettiler. Birkaç hafta balkona uğrayan olmadı.

Sarı suratlı çocuk, balkona geldiğinde gözlerindeki parıltılar hiç hayra alamet değildi. Beni yanlarımdan tutup havaya kaldırdı. Balkonun kenarına gelince aşağıya baktı. Diğer çocukları o zaman aşağıda duvar kenarında gördüm. Cellâdım beni aşağıya attı.

Gözlerimi zorlukla açtım. Yine ölmeyi becerememiştim anlaşılan. Sırt üstü yatıyordum. Hiçbir yerimi hareket ettiremiyordum. Etrafımdaki makinelere bakılırsa bir hastanenin yoğun bakımında olmalıydım. Gözlerimi açtığımı fark eden hemşire doktora haber verdi. Doktor, kalabalık bir grupla yanıma geldi. Bu bir mucize falan gibi laflar dolanıyordu. Konuşabilmeyi denedim. Ne oldu bana? gibi kısacık bir soruya doktor, tüm hayat hikayemi sıkıştırdı.

Gökdelenden atladığımda yer çekimi işini yapmış. Ama işgüzar bir rüzgâr beni çınar ağacına doğru yönlendirmiş. Ağaç, düşüşü yavaşlattığı için olacak; tüm kemiklerim kırılmış olmasına rağmen ölmemişim. Yedi aydır sırt üstü komada yatıyormuşum.

"Vasiyetim," diyebildim doktora araya girerek. "Ha," dedi doktor. "Evet, ailen vasiyetinden bahsetti. Komada yedi gün kalırsan fişinin çekilmesine dair bir vasiyetin varmış. Yedinci günün sonunda fişini çektik ama fotosentezle yaşamaya devam ettin."



İz/Öykü Atölyesi

Ruk’un Anahtar Kelimeleri: Kaplumbağa, Ölüm, Ağaç, Gökdelen, Umut.

Yoksunluk İçimizde


Engin Firol'e

İçimdeki boşluğa düşmüş olmalıyım. Böyle büyük bir boşluk başka nerede olabilir? Ayaklarım beni boşluğun içinde boş boş dolaştırıyor sanki. Ne kadar dolaştım, ne kadar zamandır dolaşıyorum, bilmiyorum. Her yer bomboş, ama bu boşluğu var eden bir var, var olmalı ki boşluk da olabilsin, değil mi?

Bir çınlama sesi geliyor. Ses ritmik şekilde kulağımın dibinde çınlıyor. Boşluk, bir sesle dolup taşıyor. Birden irkiliyorum. Gözlerim kendiliğinden açılıyor. Masadan doğruluyorum. Ağzımın kenarından sızan salyam koluma akmış. Utançla etrafıma bakıyorum. Uyandığımı gören garson kaşığı bardağa vurmayı kesiyor. Çayı bırakıp yandaki masaya geçiyor. Aynı ritüel orada başlıyor. Masada uyuyan adamı uyandırana kadar çay kaşığını bardağa vuruyor. Adam doğrulunca bardağı bırakıp bir başka masaya geçiyor. Garson gözümde bir anda uhrevi bir kimliğe bürünüyor. Çay mistik bir içeceğe. Ama bu kadar!

Bir sabahçı kahvesinde uyanmışım. Önümde yedi bardak var. Biri içilmiş, biri yarısına kadar içilmiş. Diğerleri dolu, şekerleri yanlarında duruyor. Son bırakılan çay sıcak, kokusu taze. Üç şeker atıp karıştırıyorum. Çayı içiyorum yavaşça, zihnim açılırken gönlüme bir şey düşüyor, bir duygu: tedirgin oluyorum içinde bulunduğum durumdan. Kim olduğumu biliyorum ama kendime açıklayamıyorum. Burada ne yapıyorum, nasıl ve ne zaman geldim buraya. Şüpheli halim, yan masada oturan adamın dikkatini çekiyor, gazeteyi okur gibi beni takip ediyor. Tedirginlikle masadan kalkıyorum. Kapıya yöneliyorum. Garson, yanımda bitiyor; masayı gösteriyor. Ceplerimi yokluyorum. Hiç param yok. Ben arandıkça garsonun yüzü asılıyor. Yan masadaki adam garsona sesleniyor. Çaylar benden diyor galiba, garson önümden çekiliyor. Yan masadaki adama teşekkür etmeden kaçar gibi çıkıyorum kahvehaneden.

Kapıdan çıkınca bir duvara tosluyorum. Kahvehane bodrum kattaymış. Yan taraftaki merdivenden caddeye çıkıyorum. Okuma yazma biliyormuşum. Caddenin adı: İstasyon Caddesi, demek ki buraya trenle gelmiş olmalıyım. Gece. Kalacak yer ararken bu kahvehaneye sığınmış olabilirim ama yine de çok emin değilim. Üzerimdeki kirli kıyafetler düşüncelerimi yalanlıyor. Her şeyi şüpheli hale getiriyor varlığım. Delirdiğimi düşünüyorum. Cinnet.

Yok, cinnet falan getirmiyorum. Cinnet, caddenin karşısındaki internet kafenin adı. İnternetin ne olduğunu biliyorum. Demek ki cahil bir adam değilim. İnternetin ne olduğunu bilmek neden bu kadar önemli, anlamıyorum. Nereye gideceğimi düşünüyorum. Buraya bir yerden mi geldim? Hep burada mı yaşıyordum? Kafamın içindeki koyu sisten fırlayıp gelen soru işaretleriyle boğuşuyorum bir süre.

Eğilip ayaklarıma baktım. Sanki o beni götüreceği yeri biliyor gibi geldi. Ona güvenmekten başka bir çarem yoktu. Yürümeye başladım. Acı bir fren sesiyle irkildim. Ayaklarım beni yola çıkarmıştı. Hızla gelen arabayı fark etmemiştim ama kadın şoför beni fark edip frene sonuna kadar basmıştı. Lastiklerin asfalta sürtünürken çıkardığı koku geliyordu burnuma. Yüzüm asfalta yapışık vaziyetteydi. Araba bana çarpmadan duramamıştı.

Ne kadar şiddetle çarptığını anlamak için kalkmaya çalıştım. Kalkabiliyordum. Ciddi bir şeyim yoktu. İç kanama falan geçiriyorsam, bu ciddi bir şey olamazdı, yıllardır içim kanıyordu sanki! Araba son modeldi. İçerisinde ilk görüşte âşık olunabilecek bir kadın oturuyordu. Şok geçirmiş olmalıydı. Kaza yerindeki herkes onunla ilgileniyordu. Benim kalktığımı fark eden olmadı. Kadına ikinci kez baktığımda âşık olmaktan vazgeçtim.

Ayaklarım, daha dikkatli olacağını söyleyerek beni götürmeye başladı. Kaza yerinden epeyce uzaklaştım. İki kişi koşarak bana doğru geliyorlardı. Biri telefondaki konuştuğu kişiye bağırarak, Arzu Hanım kaza yapmış, onun yanına gidiyoruz şimdi, diye anlatıyordu. Arzu, ismi de güzelmiş dedim. Sanki kaybettiğim, bu şehre bulmaya geldiğim şeyin kendi arzum olduğunu hissettim. Herhangi bir şeye duyulan, herhangi bir arzu! Ayaklarım beni sürükleyerek götürmeye devam etti. Ne kadar yürüdü ayaklarım bilmiyorum. Ya şehir çok büyüktü ya da ayaklarım beni dolandırıp duruyordu. Kendimi ayaklarıma iyice bıraktım.

Mezarlığın kapısından girerken görevliyle göz göze geldim. Şüpheli gözlerle beni inceledikten sonra zihninde şimşekler çakmış gibi telefona uzandı. Numaraları tuşladığı sırada ben çoktan mezarların arasında ilerlemeye başlamıştım. Bakımsız bir mezarlıktı. Bakımlıymış süsü verilmişti ama.

Bir mezarın başında buldum kendimi. Etraftaki bakımsız mezarların arasında oldukça göz alıcı duruyordu. Mezar taşının üzerinde sadece isim vardı. Ne doğum tarihi, ne ölüm tarihi, ne soyadı, ne de bir Fatiha isteği vardı.

Taşın üzerinde Arzu yazıyordu. Ben hiç arzu taşımıyordum içimde. Bağdaş kurup oturdum mezarın karşısına. Burada olmamın bir sebebi olduğunu duyumsuyor gibiydim. Arzu’nun mezarının başındaydım. Arzu’mu öldürmüş olabileceğimi, içimdeki boşluğun tamamen onun yokluğundan var olduğunu düşünmeyi denedim. Düşündüm de biraz. Bu hoşuma giden bir şey olmadı.

İki kişinin yanıma yaklaştığını fark ettim. Benim onları fark ettiğimi anlayınca koşarak üzerime atladılar. Kaçmak gibi bir niyetim yoktu. Olmalı mıydı, bunu da bilmiyorum! Beni deli gömleği denen şeyle sıkıca bağladılar. Ne yapmaya çalıştıklarını sormak istedim ama kelimeler ağzımdan çıkmaya hiç hevesli değillerdi. İzbandut gibi iki hasta bakıcı beni kollarımdan tutup çıkışa götürdüler. Orada bir araba beni bekliyordu. Arabanın üzerinde ruh sağlığı merkezi yazıyordu ama oraya cesedimi götürüyorlardı. Ruhumdan ben de uzun süredir haber alamıyordum. Belki oradaydı ruhum, iyileşmiş ve beni bekliyor alabilirdi. Kapıdaki güvenlik görevlisi bir sirk palyaçosu gibi sırıtıyordu. Beni içeri tıkıp kapıyı örttüler.

Yolda, hasta bakıcı telefonda konuştuğu kişiye hastayı bulduklarından bahsediyordu. Evet, diyordu hasta bakıcı, yine eşinin mezarının başına gitmiş!




iz/Öykü Atölyesi

Engin Firol’ün Anahtar Kelimeleri: Kaşık, Arzu, İnternet, Şüphe, Araba