İsyan: "Sülükleri Öldür." Volüm 674023874653/2



[ İSYAN SÜLÜKLERİ ÖLDÜR ]*


Öğrenci toplama kampında her şey olduğu gibi gitmemeye başlamıştı. Tersliklerden oluşan bir düzlük meydana gelmişti. Bu düzlükten yararlanan kaos, önüne koyduğu işporta tablasında herkese istediği istekleri satıyordu. Kaosun olduğu yerde iktidarın ciddi yüzünü göremezsiniz. Kaos, her yere hakim olmak için elindeki su tabancasıyla tüm ciddi tavırları ıslatarak sulandırıyordu. Kaosun bu sulu bereketi, koridorlarda kaktüslerin yeşermesine imkân vermişti. Kaktüslerin arasında kendilerini kaybetmiş öğrenciler koşturup duruyordu.

Müdürün çaldığı acil durum sireniyle birlikte toplantı için kuleye doğru yürümeye başladım. Bu toplantı, yaşanılan sorunlara büyük çözümler önerecekti muhakkak. Her toplantı küçük kafaların kendinden büyük laflar kustukları bir pagan ayinidir. Bütün saçmalık bu söylenenlerden bir şey çıkacakmış gibi birde tutanaklara geçirilmesidir. Bu tutanaklar daha sonra kaynatılıp şifa niyetine tüm öğrencilere içirilmiştir. Şifasını gösterdiğinde tüm göstergeler sıfırın altına çoktan inmişti.

Toplantının başlamasıyla bitmesi bir oldu. Çünkü yakın bir ülkede uzak bir savaş başlamıştı. Okuldaki tüm öğrencilerde sınıra gönderilip kalkan olarak kullanılacaktı. Artık korkulacak bir şey kalamamıştı. Sonunda onlar ve bizim için en iyi olana karar verilmişti. Onlar sınıra gidecekti, biz de evlerimize.

Dışarı çıktığımda okulun bahçesine yanaşmış olan askeri kamyonlara, isyancı öğrencilerin yüklendiğini gördüm. Öğrencilerin hepsi kamyonlara yüklenmeden önce bir trambolinin üzerini çıkartılıp havaya birkaç kez zıplatılıyor. Bu esnada aracın yanındaki bir aygıttan davul zurna seslerine eşlik eden: "En büyük öğrenci bizim öğrenci!" diye naralar yükseltiliyordu. Trambolinden inen öğrenciler kendileri için hazırlanmış olan dikdörtgen sandıkların içerisine yatıyor. Sandıkların ağzı kapatıldıktan sonra kamyona istifleniyordu. Sınıra gidip kullanılamaz hale gelen öğrenciler yine bu sandıklarla ailelerine geri gönderiliyordu. Tek fark bu kez sandığın üzerine öğrencinin bir resmi ile akan kanlarının bulaştığı bir bez örtülüyordu.

Sonucu baştan belli olan bir aldatmaca işte.

Yürüyerek öğrenci toplama kampının kapısından dışarı çıktım. Okutmanları götürmek için gelen minibüs beni de almak istedi ama ben keyfimi de maskelerimle birlikte kampın çıkış kapısında bıraktığım için minibüse binmek istemedim. Yürüyeceğimi söyledim. Minibüs uzaklaştıktan sonra yürümenin pek hoşuma gitmediğini anladım. Kanatlarım mesajı almış olmanın iştiyakı ile daha taksitlerini bile ödemediğim takım elbisemi parçalayarak sırtımdan çıktılar. Bende evime doğru kanat çırpmaya başladım.

Evime vardığımda artık her şey yeniden başlayacaktı, yeniden, yeniden…


*[ izzet koçak ]


#sürrealistöyküler7

Öğrenci Toplama Kampı



[ ÖĞRENCİ TOPLAMA KAMPI ]*


Aracımızın öğrenci toplama kampına yaklaştığı havada daireler çizen akbabalardan dolayı hemen anlaşılıyordu. Yüzlerce akbaba binanın üzerinde dönüp duruyor. Yıllarca burada tutulan öğrenciler dışarı atıldıklarında, ki buna mezuniyet deniyor, çoğunun bir leşten farkı olmuyor. Ve akbabalar bu leşleri meşreplerine uygun olarak bir güzel yiyor.

Aracımız kampın demir kapısının önünde durduğunda, kapı yan tarafta duran bir fil tarafından havaya kaldırıldı.  Altından geçerken kapı, aniden filin hortumundan kayar gibi oldu, içerde ufak çapta, atom bombası etkisi ortaya çıkaran bir çığlık patladı ve üç kişi orada kalp yetmezliğinden öldü; ama fil hemen toparladı, kapı aracın üzerine düşmedi ve kalp yetmezliğinden ölenler yedek kalplerinin takılmasıyla yeniden gözlerini açtılar.

Aracın ana binanın yanına durmasıyla birlikte hoparlörlerden gelen bir acı çığlık her yanı doldurdu. Bülbül adlı tarih öncesi bir kuşun sesiydi bu. Gül adlı hain tarafından kana bulandığında bu çığlığı atmış. O gün kaydedilen bu çığlık, şimdi, her toplanma ve dağılma, çarpılma ve bölünme zamanlarında bas bas bağırtılmakta.

Çığlığı duyan çil yavrusu öğrenciler -ki bunlara öğrenci demek yerine 'yarı açık cezaevi mahkûmları' demek daha doğru olur; lakin mahkûm ifadesi güzel benzetmeye uğrayarak “gelecek nesillerin teminatı” olarak buraya yatırıldığından beridir "öğrenci" olarak anılmaktadırlar- dağıldıkları her köşeden çıkarak heykelin önünde toplanmaya başladı.

Araçtan inen okutmanlar, yüzlerine çantalarında getirmiş oldukları çeşit çeşit maskeleri takmaya başladı. Kimi yumuşak yüzüne ciddi görünümlü bir maske, kimi yaşlı yüzüne genç bakışlı bir maske, kimi güzel yüzüne asabiyet çizgileri atan bir maske takarak araçtan iniyordu. Araçtan inen herkes kendinden farklı biri oluveriyordu. Kendin olmamak en büyük erdem kabul ediliyordu, yeni toplum düzeninde.

Ben de çantamdan beş para etmez adam simalı maskemi takarak indim. Etrafta ölüm sessizliği vardı. Birazdan heykele bu öğrencilerden birisi kurban edilecekti. Ayinin başlamasından önce her okutman sorumlu olduğu öğrenci grubunun başına geçti. Verilen talimatlara uygun olarak öğrenciler hareketler yapmaya başladı. Bir toplanıp bir dağılıyorlardı, sonra kurban olan öğrenci heykelin yanındaki ipe çekimleye başladı. Bu sırada tüm öğrenciler, yıllar önce tüm öğrenci toplama kaplarından sorumlu, sorunlu adamın yazdığı “yemin”i okuyordu.

Ayin sona erdiğinde heykel, başına konmuş olan akbabanın kuyruğunun altından çıkan beyaz bir şeyin ağzının kenarına düşmesiyle irkildi. Ayağa kalkıp elinin tersiyle ağzını sildi. Her yanı put gibi durmaktan tutulduğu için biraz gerindikten sonra tekrar eski yerine geçip ebedi istirahatine devam etmeye başladı. Bu kadar bağırtıdan nasıl rahatsız olmuyor, diye düşünürken, kulaklarının içine kurşun döküldüğünü fark ettim, sağır ve dilsiz olduğunu o an anladım, desem yalan olur. Baştan beri bunu biliyordum. Öyleyse her sabah bu ayin neyin nesiydi, kimin fesiydi? Pardon don kanunun gereği fes yasak, peruk serbesti ama ölü insan saçlarından yapılanlarının daha makbul olduğunu bilmeyen yoktu.

Öğrenci toplama kampındaki sabah ayininden sonra, her grup kendi hücresine kapatılmak üzere gardiyan okutmanlar tarafından binanın içerisine alınmaktaydı. Kendi hücrelerine kapatılan öğrenciler bir daha oradan bülbülün çığlığına kadar dışarı çıkamıyordu.

Okutmanlar odasında girip araç gereçlerimizi alarak hücrelere dağıldık. Dünden “en iyisi okuma, okuyorsan da bir şey anlama klavuzu”na yatırdığım sülükleri alarak hücreye girdim.

Benim hücreye girmemle birlikte ayakta bekleyen öğrenciler kendilerini oturaklarına bıraktılar ve alınlarını masaya dayayıp enselerini açtılar. Ben de elimdeki bilgi yüklü sülükleri -ki dünden beri kılavuzdan somuruyorlardı- onların ensesine bıraktım. Sülükler, öğrencilerdeki okuma ve anlama potansiyelini sıfıra indirmek için çalışmaya başladı. Bende boş boş konuşup sülüklemenin başarıyla sonuçlanmasına yardımcı oldum. Başarılı olup olmadığımı bilemiyorum; çünkü zamanında bende böyle bir kamp ve bu kampların daha büyüklerinden sülüklenerek geldiğimden bunu, anlama imkânım yok.

Sülükler bir gece boyu “en iyisi okuma, okuyorsan da bir şey anlama klavuzu”ndan emdikleri bilgiler yardımıyla ne var ne yok somuruyorlardı. Bende onlara işlerinde başarılar dileyerek hücrenin kapısına doğru yöneldim. Tam kapıyı açıp hücreden çıkacakken, ardıma baktığımda, bir şeylerin ters gittiği gördüm, sülükler birer balon gibi şişmeye başlamışlardı.

Öğrencilerin ensesindeki sülükler durmadan büyüyordu. Ve birkaç dakika içerisinde hepsi patlamaya başladılar. Ortalık patlamış sülük parçalarıyla doluyordu. Bu bir isyandı ve her isyan gibi alyuvarların ortalığa yayılmasıyla bastırılacaktı.


*[ izzet koçak ]

#sürrealistöyküler6

Nefret



[ NEFRET ]*

Hepinizden bir anda nefret etmem mümkün değil, bu yüzden zamana bıraktım; yavaş yavaş nefret edeceğim.

*[ izzet koçak ]
#izdüşünce

Falan Filan Lan


[ FALAN FİLAN LAN ]*

Müstakil bahçesiz evimin kapısından çıktığımda beni öğrenci toplama kampına götürecek olan araca binmek için merdivenleri kullanmak istemediğimi fark ettim ve illüzyon kutusunu girdim. Kapağı kapattım, kapağı açtığımda artık üçüncü katta değil birinci kattaydım.

Dış kapıdan çıkarken çöp kovalarını karıştıran üç tane köpek balığı gördüm, sokak köpek balıkları oldukları üzerlerindeki pulların döküntüsünden anlaşılıyordu. Ama yine de onların önüne çıkmak istemedim. Elime bir taş alıp onu çöp kovasına doğru fırlattım, kovaya değen taşın çıkardığı gürültü köpek balıklarının oradan uzaklaşmasını sağladı. Bende rahat bir nefes alarak sokağa çıktım, beni öğrenci toplama kampına götürecek aracı beklemeye başladım.

Beklerken sokak köpek balıklarının çöp kovasının etrafında halkalar çizerek yeniden dönmekte olduklarını gördüm. Parçaladıkları bir çöp poşetinin içindekileri, birbirleriyle kavga ederek ve ortalığa saçarak yemeye çalışıyorlardı.

“Öğrenci Toplama Kampına Gider” levhası, minyatür bir  darağacına asılı olan araç beni almak için yanaştığında ben de araca yaklaşmıştım. Araca bindiğimde oturacak yer kalmamıştı, bu her zaman karşılaştığım bir durumdu. Önceki binenler koltukları kapmışlardı. Bana acıyan gözlerle bakıyorlar ama bu hallerini sadece gözleri değil gereksiz kelimeleri ile de ifade ediyorlardı. Ben de aracın boş koridoruna bağdaş kurup oturdum. Bir Hint fakiri iken parayı bulan bir Hint zengininden öğrendiğim yerden yükselme hareketini çekip iki karış yukarı yükseldim ve aracın içerisinde uçmaya başladım. Bu halimle, aslında asıl acınası olanların onlar olduğunu da göstermiş oluyordum. Onların yolculuk edebilmek için bir oturağa ihtiyaçları vardı, benimse hiçbir şeye!

Aracın hareket etmesiyle birlikte çantamın bin bir gözünden birine sakladığım kitabı çıkartıp okumaya başladım. Kitabın beni okuduğunu sadece ben biliyordum, ama herkes benim kitabı okuduğumu düşünüyordu. Kitabın beni okuması, benim onu okumamdan daha makbuldü. Zira her kitap okuyacağı adamı bilir.

Hareket ettikten kısa bir süre sonra aracın yanında bir mustang belirdi. Dörtnala gidiyordu, direksiyonunda eski Kızılderili Şefi, eski diyorum artık Kızılderililer kızıl değiller, kızıl olmaları yasaklandığından beri kendilerini beyaz olarak kabul ediyorlar. Onlar etmese bile herkes onlara beyaz oldukları imasında bulunuyor ve her sabah bunu gözlerine sokmak için “iyi ki beyazım” diye yemin çektiriliyor, beyaz çocuklarla birlikte kızıl çocuklara da. Kızılderili Şefi, mustangıyla bize el sallayarak geçip gidiyor.

Arabanın içinden bir ses “Bu Kızılderililerde son zamanlarda pek şımartıldı.” diye laflar gevelemeye başlıyor. Laflar uzayınca, sadece arkama dönüp geviş getiren canlıya bakıyorum, Salih Peygamberin devesi olunca bir şey söyleme gereği duymuyorum, nasıl olsa Yahudiler onu kurban etmemek için ellerinden geleni yapsalar dahi bir gün gelip her şey gibi o da toprak olacak. Ve büyük ihtimalle de bir Kızılderili ile mezar komşusu olacak.

Yukarıdaki ironik düşüncemi anlamayan sivri okuyucuya not: Deve senin babandır, sende o devenin köşeği.

Arabanın içerisindeki havanın giderek kirlenmesi sonucu oksijen ihtiyacı hasıl oldu. Bu da öğrenci toplama kampı yolcularının göz kapaklarının kapanmasını hızlandırdı. Çünkü oksijen azlığı göz kapaklarını açık tutan kurtçukların ölmesine sebep oluyor. Bu garip kurtçuklar, nasıl oluyorsa, temiz havayla birlikte yeniden canlanabiliyor.

Göz kapaklarının kapanmasıyla birlikte musiki dersi okutmanı, tiz bir perdeden horlamayı açıyor, bununla birlikte diğer okutmanlarda meşreplerine uygun horlamalarla musiki dersi okutmanına eşlik ediyorlar.

Beraber ve solo horlamalar öğrenci toplama kampında son buluyor.

*[ izzet koçak ]

#sürrealistöyküler5

Hepimizin Anlattığı Aynı Hikaye


[ HEPİMİZİN ANLATTIĞI AYNI HİKAYE ]*


Sanırım, ki bundan hiçbir zaman emin olamayacağım, bu blogumdaki son yazım.

Bundan sonra yazacaklarım da son yazım olacak varsayımından yola çıkarak söylemiyorum bunu.
Bu benim son hikayem.

Biraz sonra yeni bir kitap okumaya başlayacağım. Bir diğerini bir saat kadar önce bitirdim. (Zemberekkuşu'nun Güncesi - Murakami)

Başlayacağım bu yeni kitap, kendimi bildim bileli tanıdığım bir yazara ait. Ben onu tanıdığımda yazar değildi. Ben de değildim. O yazar olduktan sonra ben de yazar oldum. (Bunu kitap çıkarmak olarak değerlendiriyorum.) Ben yazarlığı bıraktım. (Artık hiçbir zaman kitap çıkarmayacağım.) Ama o yazmaya devam ediyor. 12. Kitabını yayınladı. (On üçün uğursuzluğuna inanmaz, bu yüzden onu atlayıp on dördüncüyü çıkarmayacak. On üçten devam edecek.)

Yeni kitabı birkaç gün önce çıktı. Artık eskimiş de olabilir. (Suskun Aşıklar Efsanesi) Kitap aslında bir mesnevi, ama aruz değil hece ölçüsüyle yazılmış. (1800 küsür beyit, ve hepsi 12 hece) Daha okumaya başlamadım. (Çünkü biliyorum ki okumaya başlayınca bitirmeden bırakmayacağım, bitirmeden bırakılamayacak bir dile sahip / Nasıl beceriyor bilmiyorum ki) Okuduktan sonra da size kitap hakkındaki düşüncelerimi elbetteki söylemeyeceğim. (O kadar merak ediyorsan alır, okursun.)

Her şeyi de benden beklemeyin.

Ben bile kendimden hiçbir şey beklemiyorum.

Tekrar hayırlı uğurlu olsun, her şey bitti. Cenazemde yemek verilmeyecektir, bu yüzden aç gelmeyin.


*[ izzet koçak ]
#derkenar

Tufan’dan Sonra


[ TUFAN'DAN SONRA ]*


     Bo…

     Boğ…

     Boğul…

     Boğulmu…

     Boğulmuyorum ta bi ki!

     Ben bu romanın başkarakteriyim, öyle hemen ölmemi beklemiyordun herhalde. Ama yine de ölümden döndüğümü söylemeliyim. Yüzme bilmediğim için kendime çok kızdım. Hacılar suyunu gidip yüzmemenin cezası buydu: “Ölüme ramak kalmak!”

    Hemen geri dönüyorum, vazgeçtim, insan geriye dönüp durarak ne kadar ilerleyebilir. Çok şükür biz hep geriye bakarak gidiyoruz. Zira yol boyunca kırık döktüklerimizi adam gibi toplamadığımız yüzünden arkamızdan gelen karabasanlardan kaçmak için hep arkaya dönüyor ve karabasan yaklaşınca:

     YOKSUN!

    “Yoksun işte, yoksun işte,” diye tepiniyoruz.

                                                     ““Yola dayanamamaları bizim suçumuz mu?””

    Her neyse artık, nefesim kesilip gözlerim kararmaya başlamıştı. Tam boğulmak üzereyken suyun içerisine büyük bir helezon oluştu ve beni içine çekmeye başladı.  Sonra kendimi bir yere girerken gördüm. Bu girişe kendimi iyice görüp, üstüme başımı düzeltmem için dev bir boy aynasını yerleştirmişlerdi. Helezon balığın ağzını kapatmasıyla durdu. İnanılmaz ama bir balığın karnındaydım.

    İçerdeki sular bir anda boşaldı. Etrafa bakındım. Evet, burası kesinlikle bir balığın karnı olmalıydı. Ama birazdan balığın karnında görebileceğim kişiyi düşününce ayaklarım yerden kesilmeye başladı.

    Bir peygamber ile bir balığın karnında karşılaşmak bu roman için bile fazla fantastik.

    Ben, bu şaşkınlık içerisinde balığın içinde dengede durmaya gayret ediyordum. Bu kadar sallantı içerisinde insan nasıl kendine gelebilir ki derken sanki motorlar durdu. Ve hareketlilik yavaşladı. Ne motoru canım!

    Yanıma doğru bir adamın yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Balığın karnının derinliklerinden elinde küçük bir el lambasıyla bana doğru yaklaşıyordu. Hayır, hayır… bu bir el lambası değildi. Adamın bileğine sarılmış bir yılan balığıydı. Ve adam onun kafasını sıktıkça hayvan ortalığı aydınlatıyordu.  Adam yanıma yaklaştı ve kalkmam için yardımcı olmak için elini uzattı.

    Ona hemen “Neredeyim ben?” diye sordum. Bana hafifçe gülümsedi ve: “Şu an Mobidik’in içindesin.” dedi. “Hadi canım,” dedim şaşkınlıkla. “Ya sen kimsin?” diye bir önceki soruma bunu da ekledim. “Zünnûn” dedi, ve ben baş dönmesi ve göz kararmasıyla birlikte bayıldım. Düşerken ağzımdan çıkan son kelimeyi çok iyi hatırlıyorum: “Balık Sahibi”

 2 saat
  1 saat 54 dakika
   1 saat 43 dakika
    1 saat 23 dakika
     1 saat 16 dakika
       1 saat 4 dakika
        1 saat 1 dakika
        53 dakika
       38 dakika
      31 dakika
    27 dakika
   23 dakika
  17 dakika
 12 dakika
9 dakika
   4 dakika
        1 dakika

    Ve sıfır…

    Gözlerimi açtım. Yukarıda geriye doğru ilerleyen saat benim baygın olarak geçirdiğim zamanı göstermekte. Tam iki saat baygın kalmıştım. Bunu bu kadar iyi bilmem seni çok şaşırtmışa benziyor. Lakin uyandığımda başucumda duran saatin üzerine yapıştırılmış not kâğıdının üzerinde “14.45’te bayıldı” yazıyordu. Şimdi ise saat 16.45 olduğuna göre benim baygın olarak geçirmiş olduğum süre iki saate tekabül ediyor.

    İki saatlik baygınlık dinlenmem için bana iyi gelmişti. Yattığım yataktan şöyle bir doğruldum. Burası küçük bir gemi kamarasına benziyordu.

    “Aman Allah’ım!” diye küçük çapta bir çığlık attım. Balık gerçekten çok büyükmüş, bir gemiyi yutmuş ve ben şimdi yutulmuş olan geminin bir kamarasındayım.

    Sanmıştım!

    Birkaç dakika sonra yanıma Zünnun geldi. Kapıyı açıp içeri girdiğinde ne yapacağımı şaşırdım. Bir ayağa kalktım, bir oturdum. Eline sarılmak için uzandım, geri çekildim. Allah’ım bu güne kadar hiçbir peygamberle karşılaşmamıştım ki!

    “Sakin ol,” dedi.
    Ben çok sakinim demeye kalmadı.

    “Ne getirdiysen ‘iman’ ediyorum, “ dedim. “Ben Ninova’lılar gibi olmayacağım. Ben sana iman eden üçüncü kişiyim,” dememle birlikte odayı Zünnun’un kahkası sarıverdi. “Ulan,” dedim,” bir peygamber böyle kahkaha atmaz herhalde,” diye geçirdim içimden.

    “Dostum kimden bahsediyorsun bilmiyorum ama çok kıyak elemansın,” dedi. Bu güne kadar kurtardıklarımız arasında senin kadar beni güldüreni çıkmamıştı.

    “Sen Peygamber değil misin!” diye sordum.
    “Bildiğim kadarıyla” değilim dedi.
    “Yani sen balık sahibi Yunus Peygamber değil misin?” diye tekrar sordum.
    Elini omzuma koydu ve “Hayır!” dedi.
    “O zaman bana gerçeği anlat” dedim.

    Bir peygamberle karşı karşıya değildim. İyi ki de değildim. Bütün peygamberleri insanüstü mahlûklara dönüştüren zihniyetimiz karşısında, zihnime; kanlı canlı bir insan olarak bir peygamber görmek tedavisi mümkün olmayacak tahribatlara yol açabilirdi.

    Yukarıdaki cümlenin anlaşılması biraz zor oldu farkındayım; ama düzeltmek için uğraşmayacağım.

Sonuç olarak:

    Mobidik, bir denizaltının adıydı, benim Yunus Peygamber zannedip kendinden geçtiğim zat ise denizaltının kaptanı Zünnun’du.

    Tesadüfün bu kadarına da, pes doğrusu, denir.


*[ izzet koçak ]

#sürrealistöyküler4

Tufan



[ TUFAN ]*

Noel Babayla Cuma namazını kılıp, camiden ayrıldıktan sonra yolun karşısına geçmeye çalışıyordum.  Vızır vızır geçen develerden dolayı karşıya geçmem pek kolay olacağa benzemiyordu.

Deve fiyatları birçok kişiye çoktan hendek atlatmıştı. Bankaların deve kredileri düne kadar eşek almaya para bulamayanlara deve almak için mara sağlamıştı. Parası olmayıp marasıyla iş yapanların, cüzdanı boşken bu kadar borcu çok olanların yaşadığı bir memlekette, her şey güzel olmasında ne olsun!

Geçen gün bir bankanın önünde köle olmak için kayıt yaptıran ve bu adam iyi köle olmazsa onun yerine biz köle oluruz bankanıza, diyerek bekleşen adamlar gördüm. Köle olmanın modern adıdır kredi. Kefillik nedir, ona siz karar verin artık.

Dün bir hayırsever bir köle azat etti; işyeri, evi, eşyaları, karısı ve geleceği banka ipoteğinde olan bir adamın borçlarını ödedi ve onu azat etti. Bir eve başını sokmak ya da bir deveye binmek için bankalara kölelik etmeyi çok sevmiş olmalı bu insanlar. Ne de olsa deveyi yardan uçuran bir tutam ottur. Otunuz bol olsun.

Yola adımı atmıştım ki başımın üzerinden otuz beş derecelik açıyla bir yağmur damlası geçti. Yağmur damlası otuz beş parçaya ayrıldı ve otuz beş tohumun üzerine düştü. Tohumlar fidana ne yazık ki artık hiç dönüşmeyecekti ve bu damlalar Allah'ın rahmeti değil, şeytanları ile anlaşma yapmış demir kanatlı kuşların s.diğinden başkası değildi. Beni vurmamıştı, ama kederi üzerime sıçramıştı. Ve üzerimi temizlemeden namaz kılmam mümkün olmazdı. Bu kederi ne temizlerdi acaba!

Yol kenarına otuz beş tane tohumu bırakanların kahkahaları da hüzünleri de sahteydi, hem de sahteliği sekron kayması kadar aşikar, çin malı kadar ucuz.

Kürdî hicazkâr bir ağıt annenin dilindeki, ve bir annenin yüreğinden çıkan kelimeler, gözlerinden akan yaşlar dışındaki her şey sahtedir.

O bayraklar sahtedir, o çiçekleri solduran ideolojiler sahtedir, o ırklar sahtedir, bu yazı sonuna kadar sahtedir.

Gerçek mi istiyorsunuz, ben de gerçek diye bir şey yok! Gerçek diye bir şey yok!

 YOK!

Bu kadar kiri bu kadar yalanı ne temizleyecek, diye baktığımda gökyüzüne. Kara kara bulutların toplandıklarını gördüm, yüzleri çirkin ve şekilleri tuhaftı, gazap yüklü görülüyorlardı. Üstleri başları kötü görünüyor olsa da niyetlerinin iyi olduğunu anlamam için ilk damlanın düşmesi yeterli oldu. Birinci damladan sonra ikinci bir damla daha düştü. Bu damla erik büyüklüğündeydi, sonraki ceviz büyüklüğünde düştü. Önce birer birer düşen damlalar bu kez katlanarak artıyordu. Matematiği iyi olmayanlar için katlama hesabını ben yaptım:

2 -4 -8 -16 -256 -65536 -4294967296 -18446744073709551616 -3,4028236692093846346337460743177e+38 ∞

Ve hesap makinesi daha fazlasını çarpmak konusunda bana yardımcı olmamaya karar verdiğinde ben de onun bu kararına saygı duydum/duymak zorundaydım; zira benim ilkokul bilmem kaç seviyesindeki matematiğim bu rakamları okumaya yetmiyordu, yetmediği gibi yazmaya da yetmiyordu.

Matematik denen şey, bunları okumaya mı yetiyordu.  Aristo sırf modern görünmek için mi okulunun kapısına “matematik bilmeyen giremez” yazmıştı.  Öyle ise boşuna matematikle uğraşmış.

Kapıya, “başörtülü olan giremez” yazsaydı daha modern olurdu. Ne bilsin işte!.. Aptal Yunan:)

Yaşasın ırkçılık, yaşasın tufan…

Yağmur damlaları büyümeye devam ediyordu, en son cevizde kalmıştık değil mi? Devam etmeden önce yağmur damlalarının meyveler şeklinde yağması da ayrı bir güzellik. Devam, cevizden sonra, mürdüm eriği, kivi, mandalina, elma, portakal, ananas, karpuz ve karpuz büyüklüğünden sonra eve gitmek için yüzmem gerektiği için düşen dev damlalarının şekline bakmıyordum.  Evin balkonuna ulaştığımda bilinen yeryüzünün tamamı sular kaplamaya başlanmıştı. Dünyanın bilinmeyen bir yüzü daha var bunu biliyor musun?

Aynı senin ve benim gibi ikiyüzlü; çünkü sen ve ben bunu müstahakız.

Bu kadar kiri ne temizleyecek derken, ancak bir tufan temizler diye içimden geçirdiğime pişman olmama az kalmıştı ki üst kat komşumun yaramaz oğlu Nuh; elindeki kâğıttan gemiyle göründü. Gemiyi sulara doğru bıraktı. Gemi havada süzüldü, bir müddet sonra sularla buluştu. Sulara değmesiyle birlikte ay büyüklüğünde damlalar her şeyi sular altında bıraktı.

Kâğıttan gemiye tutunup kurtulmayı denemekten başka şansım yoktu. Bende sularla dolmuş olan balkonundan uzanıp gemiye zor güç yapıştım. Sular hızla yükseliyordu. Bulutlarla aramızdaki mesafe hızla azalıyordu. Her alanda hızla bir yükselişe çoktan geçmiş bulunuyorduk. Etrafımda sudan başka bir şey kalmamıştı. Suyun üzerinde ise kâğıttan gemilerden başka bir şey görünmüyordu, Nuh ise durmadan kâğıttan gemiler yapıyordu. Nuh açıkça malzemeden çalıyordu.

 Kızgın bir şekilde seslendim ona:

“Kağıttan gemiler batıyor Nuh!!!”  Nuh neredeydi ben kime nefesimin yettiğince bağırıyordum. Bu derya içerisinde kim kimi boğuyordu. Kim kimi dinliyormuş gibi yapıyordu.

Kâğıttan gemi çoktan su almaya başlamıştı ve ben;

Boğuluyorum…

Boğuluyor...

Boğul…

Boğ…

Bo…

*[ izzet koçak ]

#sürrealistöyküler3

Noel Baba ile Cuma Namazındayız!!!


[ NOEL BABA İLE CUMA NAMAZINDAYIZ ]*

Okuldan ayrılınca eve doğru kanat çırpmaya başladım. Bir süre sonra ardımdan gelen çıngırak seslerini duydum. Sese doğru döndüğümde sekiz tane ren geyiğinin çektiği koca bir kızağın üzerime doğru geldiğini gördüm. Sağa doğru çekildim; yoksa geyikler bana çarpıp geçecekti. Benim kenara çekilmemle birlikte geyikler  de yanımdan hızla geçti.

Kızağın içerisinde kara kuru bir adam hayatından bezmiş bir şekilde oturuyordu. Beni görmesiyle birlikte geyiklerin yularını çekerek durdurmaya çalıştı.

“Ho! Hooo! Ulan dursanıza!” diye bağırdı geyiklere, hızlarını almış geyiklerin havada durmaları o kadar kolay olmadı. Oldukça ileri gittiler. Adam, kızağa yavaşça bir tur attırıp yanıma geldi.

Beni yanında yolculuk etmem için kızağa davet etti. Kendimi hemen kızağa attım, çünkü kanat çırpmaktan yorulmuştum. Gülümseyerek elini uzatıp adını söyledi: “Nikolas.” Ben de adımı söyledim: “--------“. O söyleyince refleks olarak ben de adımı söyleme durumunda kalmıştım. Beni görmediği için özür diledi, önemli değil dememe fırsat vermeden, çok dalgın olduğunu, bana bir zarar gelmediği için mutlu falan olduğundan başlayarak o kadar çok şey anlattı ki beni indirmesi gereken yerden çok ama çok uzaklaştığımızı da söylememe bir türlü imkan tanımadı.

Kendisi uzun yol geyikçisiymiş. Kızağın arkasındaki çuvallarda kilisenin gönderdiği paketler bulunuyormuş. Bunları Noel haftası içerisinde söylenen adreslere bırakması gerekiyormuş. İşlerini erken bitirip yeni yılda evinde olmak istiyordu. Bu uzun yol geyikçiliğinin zor bir iş olduğundan falan da bahsetti. Evinin, ailesinin ve çocuklarının hasretiyle ömür tükettiğinden yakındı. Kara kuru bir adamdı ama çenesinin maşallahı vardı.

“Bugün günlerden ne?” diye sordu bana, “Cuma” dedim. “Öğle ezanına ne kadar kaldı,” diye ekledi. “Bir saat,” diye cevap verdim. “Müsaadenle ben bir camide durup Cuma namazı kılacağım,” dedi. Ben şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım.

“Kendine gel!!” diye adamı şöyle bir salladım. “Senin kim olduğundan haberin yok” herhalde diye çıkıştım. Zavallı, yüzüme tuhaf tuhaf bakarak, “Ben kimim?”diye sordu. Ben de “Sen Efsanevi Noel Baba’sın” diye bağırdım. Sesim geyiklerin bile irkilmesine sebep olmuştu.

“Hadi git işine be!” dedi. “Ben sıradan bir kargocuyum.” “Olur mu?” dedim ve cebimden çıkardığım, yılbaşı eğlencesi davetiyemi gösterdim. “Bak bu resimdeki şişman, aksakallı ve ak saçlı, kırmızı tulumlu adam sensin. Şimdi de üzerinde aynı tulum, başında da aynı külah var. Hoş, uzun yollar biraz kilo kaybettirmiş.”

Koca bir kahkaha kopardı. “Ya kardeşim bu bizim iş tulumumuz, bizim geyik şirketindeki herkes bu tulumu giyer. Benim asıl adım da Namık, şirketteki herkes Hıristiyan olunca bana da Nikolas dediler, ben de yılların verdiği alışkanlıkla kendimi tanıtırken Nikolas diyorum. Yoksa senden bir farkım yok, elhamdülillah ben de Müslümanım!”

“Ayrıca o karttaki adam, şirketin sahibi, Antalyalı bir tacir olan Aziz Nikola, dedesi yüzyıllar önce Demre de yaşayan bir azizden esinlenerek o adı vermiş ona. Bizim Aziz Nicola bir ara koka böceğinden yapılan sıvının dağıtım işine girmişti. Şirketin reklam işini yapan bir çizer, bizim adamı görünce çizimlerinde kullanmış. Ondan sonra bizimkinin adı, “Noel Baba” oldu. Kilise bu adın etrafında dönen hikâyeyi tescillettirip, pazarlamaya sundu. Biliyorsun, kilisenin ticarete kafası iyi çalışır ve din tacirliğinde de bir numaradır. Hıristiyan kahramanlar yapmaya bayılır. Böylece sempati bombalarıyla propaganda yapmayı sever. Sonrada bunu tüm aptallara pazarlar. Hele bu aptallar başka dinden olunca daha bir eğlenceli oluyor. Asıl mesele kapitalizm ama ona burada değinmeyelim.

“Burada biraz yavaş ol bakalım. Sen bana şimdi aptal demeye mi kalkıyorsun?” dedim. “Ne olacak yani yeni yılı kutlayacaksam! Bu beni Hıristiyan yapmaz ya!” Kafa kâğıdım dışında “İslam” olduğumun bir göstergesi de yoktu ama bunu söylemeye gerek duymadım.

“Haklısın, Hıristiyanlığa mâl olmuş bir günü kutlamak, seni Hıristiyan yapmaz, bu kargo şirketinde çalışıp kilisenin misyonerlik hediyelerini götürmek de beni Hıristiyan yapmaz. Bu konuda fazla konuşup birbirimizi üzmeyelim. Hadi ezan okunuyor, gidip bi Cuma kılıp kendimizi arındıralım.”

“Sakın bana beş vakit namaz kıldığını da söyleme” dedim Nikolas Namık’a. “Yok, ya uzun yıllar Hıristiyanlar arasında kalınca onlar gibi sadece haftada bir gün ibadet edip, günah çıkartmaya alıştım. Onlar Pazar gidiyor ben de Cuma!”

Ondan sonra artık konuşmadık. Kızağı gözden uzak bir yere park edip. Camiden içeri girdik. İmam hutbeye çıkmış ve bir hadis okuyordu:

“Kim, kime benzemeye çalışırsa, o onlardandır.”

*[ izzet koçak ]
#sürrealisöyküler2

Leş Gibi Yağmur Yağıyor


[ LEŞ GİBİ YAĞMUR YAĞIYOR ]*

Pencereden dışarıya bakıyorum. Gözlerim açık. Elimdeki sigarayı pencerenin kenarındaki çay tabağına bastırıyorum. Bugün hiç tadı yok.

Pencereden dışarıya bakınca dışarıda olup bitenleri görüyorum. Pencereden dışarı bakmayı bu yüzden sevmiyorum. (Aslında umursamıyorum da.)

Birazdan yağmur yağacak sanırım. Koyu gri bulutlar pencereme doğru geliyor. Sanırım bu, bulut görünümlü bir indirme gemisi. Birazdan istilacı yağmur damlaları yeryüzüne hücum edecekler. Bunlarda yağmur damlası görünümlü uzaylılardan başkası olamaz tabi ki.

Pencereden dışarıya bakıyorum, birazdan yağmur yağacak ve romantik bir şeyler olacak. Ölüm kalım gibi şeyler. Ölüler çok romantik oluyor, hele ki arkasından ağlayanlar, sızlayanlar, para verilip de profesyonel ağıt yakıcıları tutulmuşsa. (Romantizm anlayışım, biraz anlayışsızlık üzerine kuruludur)

Yağmur usul usul yağmaya başladı. Oysa bu bulutlardan bardaktan boşalırcasına yağmur inmesi gerekirdi. Belki de öncüler inip bakacak toprağa, bir işe yaramaz raporu gönderecek ve bulutlar her zaman ki gibi çekip gidecek.

Yağmur yağmaya başlıyor. Damlalar birbirini takip ederek yeryüzüne ulaşıyor. Ama paraşütlerinde üretim hatası var. Yere düşen damlalar patlıyor ve cürmü kadar yeri ıslatıyor. O kadar çoklar ki cürümleri birleşince gözümün gördüğü her yeri kaplıyor birkaç dakika içerisinde. Allah'tan renksizler ama bir kokuları var. Plastik pencereleri açsam bu kokuyu büyük ihtimalle duyacağım. Pencereyi açmıyorum.

Yağmurun yönü değişiyor. Pencereme ilk yağmur damlası düşüyor. Obez olmalı ki oldukça büyük bir alanı ıslatıyor patlayınca. Tam yüzümün karşısında paramparça oluyor. Yavaş yavaş aşağı akmaya başlıyor. Camı kirletiyor. Daha dün silmiştim oysa.

Obez damlayı diğerleri takip ediyor. Patır patır cama vurmaya başlıyorlar. Vurmalarıyla patlamaları aynı anda gerçekleşiyor ama bazıları sanki cama vurmadan patlıyor. (Bir intihar saldırısı bu.) Camım birkaç dakika sonra leşlerden dışarıyı göstermeyecek hale geliyor.

Pencereden dışarıya bakmayı bırakıp içeri geçiyorum, Dışarıda bardaktan boşanırcasına uzaylı yağıyor. Gökyüzünden ölüm yağıyor yeryüzüne yağmur gibi.

Bir sigara daha yakıyorum.

Allah "rahmet" eylesin.

*[ izzet koçak ]
#sürrealistöyküler1