Toza Gömülen


TOZA GÖMÜLEN
Dilek Çakır'a

Bugün de dışarı çıkmamıza izin vermediler. Yurdun içerisinde de dolaşmamıza müsaade etmiyorlar. Odalarımız seçimlerden sonra hücrelerimize dönüştü. Allah’tan imdadımıza yurdun karşısındaki eski binanın yıkılışı yetişti. 

Üç gündür iş makineleriyle yedi katlı binayı kat kat yıkıyorlar. Binaya tümdengelim uyguluyorlar. Çatıdan başladılar, pencereleri ve kapıları söktüler. Sonra yedinci kattan başlayarak usul usul yıkıyorlar, dökülen molozlar kamyonlara yüklenip, bina mezarlığına defnedilmek için götürülüyor.

Odamız dört kişilik, iki penceresi var. Ben ve Selim birinci pencereden, Hasan ve Can da ikinci pencereden yıkımı seyrediyor. Bugün yıkıma yağmur da eşlik ediyor, dünkü toz yok. Yağmur damlaları pencerelere vurduğunda görüntü bulanıklaşıyor ve her birimiz kendi hayal dünyamızın içerisinde bir süre gerçeklikten uzaklaşıyoruz. İçimiz sevgiyle doluyor, sonra geçiyor. Birimiz uzanıp camı siliyoruz. 

Atölye çalışmaları da durdu. Ne olduysa şu kahrolası seçimden sonra oldu. Yeni belediye başkanı atölye çalışmalarını, eski belediye başkanı yandaşlarına para yediriyor, diye kapatma kararı almış. Herhalde kendi yandaşları gelene kadar bizi odalarımızdan dışarı çıkarmayacaklar. 

Birkaç sanat ve zanaat atölyesi vardı yurdun. Benim sanatta bir kabiliyetim olmadığı hemen anlaşıldı. Asında ben anladım, kimsenin bir şey söylediği yoktu. Resim ve müzik atölyelerinden hemen ayrıldım. Öykü atölyesine ise sanat atölyelerinden birine katılmam mecburi olduğu için devam ediyordum. Birkaç kitap yayımlamış ancak kitapları çok satmadığı için öfkeli bir yazar veriyordu dersleri. Derslerden anladığım, öyle yazarlığın formülü falan olmadığıydı. İçinden gelecek ve sen o geleni terbiye edeceksin. 

Berberlik, marangozluk ve aşçılık kursları da vardı. Zanaat atölyeleri diyorlardı bunlara, üçüne de severek katılıyordum. Üçünde de belli bir seviyenin üzerinde yeteneğim vardı. Marangozluk için yurtta yeterince malzeme olmadığı için ufak tefek işleri nasıl yapacağımızı, aletleri nasıl kullanacağımızı öğretiyordu Mehmet Usta. Berberlikte baya yol aldım. Elimin işe yatkınlığından memnundum. Celal adında bir meslek dersi hocası veriyordu dersleri. Hocanın teorisi iyiydi ama pratikte pek işe eli yatkın değildi. Belki biraz vardı, onu da memuriyet alıp götürmüş olmalıydı. Aşçılık ise asıl gözbebeğimdi. Yakındaki beş yıldızlı otellerden birinden ödüllü bir aşçı geliyordu dersleri vermeye, adı Nuh’tu. Aldığı maaşı duyduğumda buraya neden geldiğini sormuştum. Ben de sizin gibi yurtta yetiştim, demişti. Antalya’da çok büyük bir otelden teklif almıştı ama bizi bırakmak istemediği için işi kabul etmediğini yurdun aşçısından öğrenmiştim. Büyük fedakârlık, demişti Aşçı Ali, Nuh Usta’nın yaptığına. 

Nuh Usta, aşçılığın gözümdeki piriydi. İşin tüm inceliklerin gösteriyordu bize. Harika yemekler yapıyorduk. Sağ olsun yurt yönetimi de elinden geleni esirgemiyordu. 

Yurdun mutfağındaki aşçılara da her gün yardıma gidiyordum. Önceleri ellerine dolaşırım diye istemiyorlardı, ama sonra baktılar ki bende potansiyel çok yüksek ses çıkarmadılar. Derste öğrendiğim şeyleri orada yapmaya çalışıyordum. Pratiğimi iyice geliştirmiştim, yurttaki aşçılar da sağ olsun bana hep yardımcı oluyorlardı.

Seçimlerden sonra yurdun havasının hızla değiştiğini söylemiştim. Mutfağa girmem de yasaklandı. Şimdi sadece karşı binanın yıkılışını izliyorum. Belki de bir düzen değişiyordu da bizim haberimiz yoktu. 

Akşam yemeğinden sonra yeni yurt müdürünün yemekhanede toplantı yapacağı anons edildi. İki hafta olmuştu göreve başlayalı, tanışma vakti gelmişti de geçiyordu. 

Toplantı bir tanışma toplantısı olmaktan çok kara haberi vermek için düzenlenmişti. Yeni belediye başkanı yurdu kapatma kararı almıştı. Gerekçe basitti, çok masraf oluyorduk. Yetmiş sekiz, kimsesiz ya da ailesi tarafından istenmeyen çocuk belediyemize yük oluyordu. Yakınlarımıza haber verilmişti. Üç gün içerisinde gelip bizleri alacaklardı. Yakınlarımızın içine de şimdi dert olmuştur bu. Bizi bırakacakları yeni yerler bulmak zorunda kalacaklardı ve biz yine birilerine yük olmanın ağrısını hissedecektik yüreğimizde. 

Sessizce yemekhaneden çıkıp odalarımıza dağıldık. Konuşacak bir halimiz yoktu. Yataklarımıza girip battaniyeleri kafamıza çektik. Ağlamayı becerebilenlerimiz ağladı. Ağlamanın bir faydası olmadığını öğrenenlerin boğazlarına bir düğüm daha atıldı.

Üç yıl önce annem ve babam trafik kazasında öldü. Ben araçtan sağ çıktım. Babaannem beni yanına aldı. O zaman daha on yaşındaydım. Bir sene sonra da babaannem yaşlılıktan öldü. Beni amcam yanına aldı. İlk birkaç ay sorunsuz geçti. Uslu bir çocuktum neticede. 

Geceleri amcam ve yengemin sesleri artık odalarından taşmaya, daha yüksek gelmeye başlamıştı. Yengem beni evde istemiyordu. Amcam onu bir süre oyalamıştı ama artık yengem gemi azıya almıştı. Ya o ya ben! 

Amcamlardaki son iki ayım iyice işkenceye dönüşmüştü. Amcam beni evden getirip buraya bıraktığında derin bir huzur bulmuş, daralan göğsüm genişlemişti. Şimdi huzurumu tekrar elimden alıyorlar. 

Hiç kimsesi olmayanlar ilk gün başka bir yurda alındılar. Müdürden beni de onlarla göndermesi istedim ama bunun mümkün olmadığını söyledi. Üçüncü gün lobide valiziyle bekleyen bir tek ben kalmıştım. Kazım’ı bile almaya gelmişlerdi ama benim için gelen olmamıştı. Kazım ki tüm yurdun yaka silktiği ele avuca gelmez bir canavardı. 

Babaannem ölüm döşeğinde beni amcama emanet etmişti. Amcam şimdi kendisine açılan telefonlara cevap vermiyordu. Bu duruma kendimden çok amcam adına üzülmeye başlamıştım. Annesine verdiği sözü karısı yüzünden tutamıyordu. Bu vicdan azabı onu yiyip bitiriyor olmalıydı. Benimle tekrar karşılaşmak, bir süredir kabuk bağlayan yarasını yeniden kanatacaktı belli ki…

Ama amcam da çok masum olamazdı. Beni buraya bıraktığından beri hiç ziyaretime gelmemişti. Yengem buraya gelmesine de yasak koymuş olamazdı. Amcamı uzun zamandır hiç bu kadar düşünmemiştim. Düşündükçe, zihnimdeki görüntüsü bir maymuna dönüşüyor. Acaba babamda böyle bir adam mıydı, diye geçiyor aklımdan. Böyle bir adamsa ölmesi iyi olmuş!

Ayağa kalkıyorum. Valizimi elime alıyorum. Hafif, içerisine koyacak çok fazla eşyam yok. Kapıya yöneliyorum. Birisinin bana dur, demesini için için bekliyorum. Kapıdan dışarı çıkıyorum. Kimse bana dur, demiyor. Önümden moloz taşıyan bir kamyon geçiyor. Onun sokaktan kaldırdığı tozun içinde kayboluyorum. 


iz/Öykü Atölyesi

Dilek Çakır'ın Kelimeleri: Fedakarlık, İhanet, Sanat, Yıkılış, Sevgi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder