İbrahim iki
gün önce gelerek Konya’da adımın geçtiği bir toplantı sonrasında duyduklarını
aktarmıştı. İbrahim öldürülmemden korkuyordu, beni korumak için burada kalmayı
istiyordu. Yanında on kadar delikanlıyı da getirmişti. Ona böyle bir korumaya
ihtiyacım olmadığını söyleyerek gönderdim. Kötü zamanlardaydık, kimin dost
kimin düşman olduğuna dikkat etmek gerekiyordu. İbrahim yanımda olması onu açık
hedef yapardı. Bu delikanlıyı seviyorum. Konya’da krallar gibi yaşamak varken o
zor olanı seçti.
Camiye doğru
hem yürüyor, hem de zihnimden bin bir düşünce geçiyordu. Yürüdüğüm yollar iyice
bozulmuştu. Kapıların, pencerelerin, avluların, evlerin üzerine sinmiş olan bir
bıkkınlık vardı. Her şey dökülüyordu. Her şeyin dengesi bozulmuştu. Denge
bozulduğunda tedavi çabaları da fayda etmiyordu. İnsanların birbirlerine
tahammülleri kalmamıştı. En ufak şeyler kavga ve tartışma sebebi oluyor.
Kavganın çözümü için önüme geliyorlardı. Bazen bu hele bakıp içim kan ağlıyordu.
Bir ülkenin geleceği, şu insanların kaderi karanlığa doğru kayarken şu
adamların dertleri ne olmuştu. İyi ve güzel zamanlarda bunlar için mesai
harcamak yormuyordu yaşlı gönlümü, lakin şimdi zor geliyor hem de çok zor. Buna
rağmen yapılacak bir şey yok; büyüğünden ufağına sıkıntılarla boğuşmak gerekiyor.
Caminin yanındaki
iki odalı hazireye geçtim. İç içe geçen iki oda caminin duvarına dayanıyordu. Ön
odada kâtibim Hasan duruyordu. Davalarla ilgili defterleri tutuyor. Benim için
ne gerekiyorsa o hallediyordu. Üç ay kadar önce Konya Sultanı beni kadılıktan
azletti. Ancak yerime de bir kadı göndermedi. Moğol’un ağırlığı Konya sarayında
fazlasıyla hissediliyor artık. Moğol’a karşı olanların isimlerinin üzerine kara
kalem çekiliveriyor. Yerime biri gelmeyince ben de vazifeme devam ediyorum.
Hasan, kapıdan
girmemle birlikte ayağa kalktı. Kapının yanında iki Ahi yiğidinin arasında iki
adam duruyordu. Belli ki bir anlaşmazlıkları vardı. Ahi yiğitleri başlarında
olduğuna göre anlaşmazlık kavgaya dönüşmüş ve Ahiler bunları ayırıp anlaşmazlık
giderilsin, diye buraya getirilmişlerdi. Düzen sağlayacak devlet kuvvetleri
ortadan kalkınca düzen bu şeklide korunmaya çalışılıyor. Hasan elimi öptü, iç
odaya geçtim. Hasan havalansın diye pencereyi açmıştı. Pencereyi kapattım. Oda
küçük sayılırdı on kişi içeri girse on birinciye oturacak yer kalmazdı. Başköşedeki
minderime geçtim. Önüme rahlemi çektim. Sağ ve sol tarafta minderler, duvarlara
dayalı yastıklar uzanıyordu. Yerde sade bir kilim.
Hasan yanıma
geldi:
“Efendim, iki
davalı kardeş var.” dedi, “Defterlere kayıtlarını yaptım. Arzu ederseniz içeri
alayım” diye ekledi.
“Aralarındaki konu
mühim mi Hasan?” diye sordum. Hasan sorumdaki maksadı anlamış olmanın mahzunluğu
içerisinde şöyle başını yana eğerek, dudaklarını büktü ve gözlerini kaydırdı.
Sonda da ekledi:
“Siz daha iyi
bilirsiniz Efendim,” diye sorumu cevapladı. Hasan’ın bu tutumu aslında davanın
pek mühim olmadığını gösteriyordu. Lakin ardından eklediği ‘siz daha iyi bilirsiniz’
deyişi, adaletin sağlanması gerektiğinin imasıydı.
“Çağır
gelsinler o zaman,” dedim.
Çok vakit
davacıların hal ve hareketlerinden kimin haklı kimin haksız olduğunu anlamak
mümkün olur. Ancak karar vermek için deliller gerekir ve bu delillerin
şahitlerce onaylanması. En önemlisi de kararın adil olması gerekir, davacının
da davalının da toplumunda karardan yana tatmin olması gerekir. Sadece birini
memnun etmek adaleti sağlamak için yeterli olmaz. Elbette üçünü tatmin etmek
kolay değildir, bu sebeple en azından ikiyi tatmin etmek gerikir. Bazen adil
karar bu üçünü de memnun etmez, burada Yüce Allah’ın kabulü her şeyden
önemlidir.
Adamlar gelip
biri sağa biri sola oturdular. Ahi yiğitler de yanlarına oturdu.
“Anlatın
bakalım nedir derdiniz,” diye sordum. Yaşça diğerinden büyük olan ve kılık
kıyafeti de diğerine göre düzgün olanı hemen konuşmaya başladı.
“Efendim, bu
karşımdaki benim kardeşim olur, kendisi aylak adamın tekidir, doğru dürüst ne
çalışır ne de iş güç yapar. İş veririm yapmaz, hiçbir şeyden memnun olmaz…” Büyük
ağabey kardeşini küçük düşürerek kendi lehine bir karar almak için aklına ne
olumsuzluk geliyorsa sıralıyordu.
“Sadede gel
efendi, nedir sizi buraya getiren şey sen onu söyle?” Adam nutkunun
kesilmesiyle bir an dona kaldı. Ne diyeceğini bilemedi. Sonra kendini
toparlayıp başladı.
“Efendim bizim
babadan kalma bir ceviz ağacımız var, her yıl cevizi çırpar çıkan mahsulü
paylaşırız. Ben babamızın ruhuna dua edilsin diye, helva yaptırır ve bu cevizlerden
de üzerine atarım. Kardeşim olacak bu adam, babamın helvası için ayırmak
istediğim cevize göz dikmiş, aramızdaki anlaşmazlık da istemezdim ama buraya
kadar geldi işte. Hoş ceviz ağacını babam dikmiş olsa da benim bahçenin sonunda
bulunur, ağaç bana aittir, ama kardeşim de nasiplensin istedim; bu tüm hayırsız
çıktı.” Ağabey kendinden emin olup
biteni sayarken karşıdaki garibanın boynu bükülmüştü.
“Sen anlat
bakalım nedir durum, ağabey’in haklı mı?” diye küçük kardeşe sordum.
“Efendim, ben
gariban bir adamın, ne iş olsa yaparım, evde bir hanım üç çocuk beklemekte,
onların rızkı için didinip dururum. Ağabeyim bana iş vermektedir doğru, ama biz
kardeşiz deyip hakkım olanın hep yarısını eksik verir. Ben de baktım bu böyle
olmayacak ayrıldım yanından, hamallıksa hamallık, odunculuksa odunculuk ne iş
olursa yaparım.” Baktım o da sözü uzatacak ona da:
“Sen de ceviz
meselesine gel gayri,” dedim.
“Haklısınız,
affedin hocam, babam vefat ettikten sonra bize bir ev bir bahçe bıraktı,
ağabeyim büyük olduğundan zaten babamla birlikte kalmaktaydı. Babam birkaç ay
ağabeyimi yanında hasta yattı. Vefat edince de "Ben babama baktım, o
yüzden ev ve bahçe benimdir," dedi. Zaten babam ölmüş benim ne malda ne de
mülkte gözüm var. Ağabeyim, o zaman bana bahçedeki ceviz ağacının mahsulü
ikimizin ortağıdır, dedi. Zaten büyüğümdür o ne derse kabulüm. Geçen sene ben
sabahtan akşama kadar cevizleri çırptım, çuvalladım. Ağabeyimi çağırdım, bunlar
ağaçtan çıkan cevizler ağabey, buyur paylaştır. Ağabeyim, bana birkaç avuç ceviz verdi ve “Babama “mevlid” okutup helva dağıttıracağım, cevizleri de kırıp
onların üzerine attıracağım,” dedi. Ben de kabul ettim.” Ama ağabeyim koskoca çuvalı
kendi kilerine atıp bir kış yedi. Babama helva diyerek de kendi eş dostuna, zaten toplanıp beraber yiyip içtikleri adamalara, doğrusu helva yapıp yedirdi, ancak mevlid ortada yok. Bu sene
ise ben buna razı olmadım, durumu biliyorsunuz Hocam, geçim sıkıntısı
boğazımda cevizleri satıp un alacağım, hanım ekmek yapıp çocuklara yedirecek.”
Dinlediklerimden
büyük kardeşin küçük olana haksızlık ettiğini anlamıştım. Bu herhalde yılların
tecrübesiydi. Ama benim anlamış olmam yetmezdi. Ahileri gönderip bunları
tanıyan birkaç şahit getirdim. Şahitleri dinledim. Kararımı açıklama zamanı
gelince de bunları karşıma aldım.
“Sizler
kardaşsınız, her zaman birbirinize lazım olacaksınız. İyi günde de kötü günde
de. Sen ağabey olarak kardeşini koruyup kollamaya niyet etmişsin ama bunu
hakkıyla yapmayıp gönül kırmışsın bu çok yanlış. Babanın mallarına sahip
olmuşsun, kardeşin ses etmemiş. Şahitlerden de dinledik ki sen burada
haksızsın. Kardeşinin hakkını vermek durumundasın. Kardeşin babandan kalanlar için davacı olmak istemiyor, dava konusu cevizler aranızda pay
edilecektir,” dedim. Dedim demesine de büyük kardeşin bir daha
haksızlık yapmamasını, şu şahitler önünde ona iyice belletmek niyetimi de
aldım. Cevizlerin içeri getirilmesini, söyledim. Bir çuval ceviz odanın
ortasına konulmuştu.
“İkisine de
dönüp, şimdi aranızda bu cevizleri Allah’ın kulları arasında nimetlerini pay
ettiği gibi mi pay edeyim, yoksa biz fanilerin kendi aralarındaki pay
edişlerine razı mı olmak istersiniz.” Büyük ağabey, bilmem bana hoş görünmek
için mi hemen cevabını verdi:
“Allah’ın
kulları arasında nimetlerini pay ettiği gibi olsun.” Dedi, küçük bir şey anlamadı bu işten ama Allah kelimesi geçince ne yapsın sormaya çekinip:
“Hocam, siz
doğrusunu bilirsiniz,” dedi.
“ İkinizin
ortak kararı ve onayı ile bende bu cevizleri şahitler huzurunda pay ediyorum
size, dedim.” Çuvalın yanına vardım. Ağzından bir avuç kadar cevizi alıp büyük
kardeşe verdim. Sonra küçük kardeşe dönerek:
“Al bu çuvalı git, bu çuval senin hakkın,
dedim.” Büyük kardeş hemen hopladı yerinden:
“Hocam bu
nasıl paylaştırma böyle?”
“Ne var ki bu paylaştırmada,” dedim, “Allah
kimi kullarına nimeti bolca verir kimilerine kısar, sana geçen yıl vermiş, sen
kullanmışsın. Bu yılda kardeşine nasip oldu cevizler. Ben sana sordum, sen
insanların kendi arasındaki pay edişini kabul etseydin. İkinize bu çuvalı eşit
olarak paylaştıracaktım.”
Verdiğim karar
Hasan’ı oldukça memnun etmişti, yüzü aydınlanmıştı. Küçük kardeş ile şahitlerde
durumdan memnun olmuşlar yüzlerine bir tebessüm yayılmıştı. Büyük kardeş bir
avuç cevizle ortada kalakalmıştı. Omzuna şöyle bir vurup:
“Kardeşin
değil kim olursa olsun haksızlık etme, bu dünyada bunun hesabını kolay
verebilirsin. Ya ahrette, git tövbe et! Kardeşin ile aranı iyi tut, kötü
günlerdeyiz, daha kötüleri de gelecek. Birbirinizden başka sığınacak yeriniz
olmayabilir.” Sözlerim ne kadar tesir etmişti bilemiyorum, lakin çıkışında hem
kızgınlık hem de şaşkınlık vardı.
Bu sırada öğle
ezanları okunmaya başlamıştı. Odadan çıkıp şadırvana doğru gittim ve abdestimi
tazeledim. Namaz için camiye girdim.
Nasreddin Hoca - İzzet KOÇAK - Ocak 2012
Nasreddin Hoca - İzzet KOÇAK - Ocak 2012
Akıcı, güzel bir hikaye..
YanıtlaSilTeşekkür ederim Saliha...
YanıtlaSilİzzet!Kalemine sağlık.Takipteyim...
YanıtlaSilne kadar acı Nasreddin Hocayı sadece fıkralardan ibaret bilmek... Esra
YanıtlaSilNe yazık ki öyle...
Sil